|   | 
  • Cevahir Kadri

    Annemin Keçileri

    Geçen günlerde biraderimle birlikte köye gittik. Annemin üç beş keçisinin ve oğlağının barındığı ahırını samırasını, gübresini atmaya; sökük, bozuk yerleri varsa onları onarmaya, tamir etmeye gittik.

     

    Bizim köylerde evlerimiz iki katlıdır, genelde “hanay” denen yapılardan yani. Evin zemini ahırdır. Buralarda genelde büyükbaş hayvanlar barınır. Ama “hayat” dediğimiz üç cephesi açık, üstü evin çatısı ile örtülü olan bölümün altında ise küçükbaş hayvanlarımızın kaldığı, aralarının tahta çitlerle bölümlendiği, kapıları da tahta çitlerden oluşan ahırlar vardır. Bu ahırların bazı yönlerinin duvarları odun katarlarından oluşması da söz konusudur. İster büyükbaş isterse küçükbaş olsun, ahırlarda buzağıların, oğlakların, kuzuların kaldığı alan ile bir yaşından büyüklerin kaldığı alan aynı değildir.

     

    Her ahırda, hayvanların yemlerini yiyebilmeleri için uzun dikdörtgen prizma şeklinde veya tomruklardan oyulma yemlekler vardır. Bu yemlekler, uzun üç tahtanın birleşiminden de yapılabilir, iki üç metrelik tomrukların pınar gibi içi oyulmak suretiyle de... Tomrukların oyulması ile yapılan yemlekler elbette daha dayanıklı ve uzun ömürlüdür. Diğerlerinin tahtaları kırılabilir, çivileri sökülebilir. Tomrukların zaman içerisinde kurtlanmaya bağlı çürüme durumları da söz konusudur.

    Dedim ya bu bölmeler de tahta çitlerden yapıldığı için zaman içerisinde çürümelerden, keçilerin boynuzlarının takılması neticesinde kanırtılmaları sebebiyle bu tahtalar sökülebilir. Onun için tahtalardan yapılma bu çitlerin zaman zaman bakımlarının yapılmasına ihtiyaç duyulur.

    Küçükbaş hayvanların samırası, gübresi genelde kuru olur. Büyükbaş hayvanlarınki ise pek kuru değildir; yaştır, cıvıktır. Onun için büyükbaş hayvanların ahırlarının günübirlik temizlenmesi elzemdir. Küçükbaş hayvanlarınınki kuru olduğu için de onların samıralarının, gübrelerinin günübirlik alınmasına pek gerek yoktur, buna ihtiyaç da duyulmaz. Bir de alan geniş olduğu hâlde hayvan sayısı da az ise bunun için ayların geçmesi de sıkıntı oluşturmaz. Ama yıla vardırılmamalı yahut yılı geçirilmemelidir. Çünkü yılı aşan samıraların, gübrelerin pirelenmesi söz konusudur.

    Biz biraderle önce, annemin sobada yakması için odun bıçtık, yardık. Kuru dalları, kesintileri sobaya sığacak ölçüde keserek ufakladık. Dallardan ufakladıklarımıza çınkı deriz. Çınkıları vakit ölçüsünde küçük naylon dokuma çuvallara doldurup “hayat”a koyarız ama bu sefer sadece kestik. Odun yararken, parçalarken oluşan kıymıkları da toplarız, onları da asla yaban etmeyiz.

    Kıymık dedim de hemen hatıralar çağırdı beni, ilkokul yıllarımıza ait bir zaman diliminden. Babam kış günü odun yarmış, odunları alıp odaya, sobanın yanına getirilmesi, kıymıkların “de(v)şirilmesi” gerekiyor. Çocuğuz; hava soğuk olduğu için biraz gönülsüz gidiyoruz. Babam, odunları karlarla karışık alanda yarmış. İrili ufaklı parçalar, kıymıklar karlara karışmış. Önce iri odunları kucağımıza yığıyor, sonra bir leğene ya da kovaya -o zamanlar kova bulmak da meseleydi ya- doldurup eve, odaya getiriyoruz. Bu arada ellerimiz de soğuktan dolayı “gızıl mancar” gibi olmuş.

    Ellerimizi ısıtmanın birkaç yolu vardı; en çok yapılanı ise ellerimize hohlamak ve onları koltuk altlarına koyup sıkı bir şekilde sarmaktı. Her ne ise… Gelelim bugünümüze!..

    Asıl önemli ve büyük iş yerinde duruyordu. Evin altında yer alan ahırdaki gübreler kazılacak, el arabası ile bahçedeki uygun boşluğa dökülecekti. Ahırda iki üç teke, bir iki oğlak ile bir iki keçi vardı. Onlar, ahırın üç ayrı yerinde kalıyorlardı. Bir de boş olan bir bölüm vardı. Önce boş olan kısmın samırasını/gübresini kazdık, kürekle arabaya doldurduk, bahçenin uygun yerine yığdık. Kazma ve el arabasına yükleme işini çoğunlukla ben yaptım. Biraderim de el arabasıyla onları bahçeye taşıdı. Bu şekilde çalışmaya devam ettik.

    Tekelerin kaldığı bölüm, hiç güneş görmediği gibi güneş ışığını dahi çok az alıyordu. Bu yüzden orası karanlık zindanlar gibiydi. Gündüz vakti bile lamba marifetiyle aydınlanıyordu ortalık. Tekelerin durumuna baktım, baktım; bir hüzün, bir hüzün çöktü üstüme!.. Aklıma, suçsuz yere zindanlarda, güneş ışığından, gökyüzünün maviliğinden mahrum bırakılmışlar geldi; onları düşündüm. Tekelerin güneş ışığından mahrum ortamdaki yaşayışları ile masumların kaldıkları ışıksız ortamlar arasında, tekelerle masumlar arasındaki benzerliklerden hareketle zihni gelgitler yaşadım. Bu gelgitlerin, hüzün perdelerini ruhumu sarıp sarmalamasına engel olamadım. Bir an için gözlerim buğulandı, ruhum daraldı. Hüzün çiçekleri bir bir, zihin bahçemde açtı. Hasret güllerinin dikenleri tırmaladı ruhumu, kalbimi.

    Bir de Ömer Seyfettin’in Forsa hikâyesinin kahramanı Kaptan Kara Memiş’i ve yaşadıklarını düşündüm. Kara Memiş ki otuz yaşında dinç, levent, kuvvetli bir kahramanken Malta korsanlarının eline “esir” düşmüştü. Gelin onu büyük hikâye üstadımızın anlatımından dinleyelim:

    Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri önün granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi sene içinde birkaç defa halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat onun çelikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu tarafı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli gizli, işaretle edâ ederdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye çıkarıp bir adada satmışlardı.”

    Bu dünya bir imtihan dünyası. İmtihanlarda sorular bazen varlıktan bazen yokluktan, mahrumiyetlerden geliyordu. Hangisini kazanmak daha kolaydır, o da ayrı mesele!..

    İnsan, başkasına yardımcı olduğu, faydalı işler yaptığı, kendisini onun yerine koyabildiği ölçüde insandı. Ufkunun genişliği, idealinin, hedefinin insanlık ile ilişkisi oranında büyük ve iyi insandı. Bazıları kendileri için bazıları da başkalarının iyi olması için yaşar. Bazıları kendisi kazandıkça mutlu ve huzurlu olur; bazıları başkalarına yararlı olduğu müddetçe. Kendi mutluluğunu, başkalarının mutlu olmasında görenler, gerçekte ebedi mutluluğu tadacak olanlardır. Bu dünya hayatının bazı anlarında geçici hüzünler, hasretler, mahrumiyetler yaşasa da!..

    Annemin keçileri beni aldı, bambaşka âlemlere götürdü. Rikkatli kalbimi hüzünler sardı, üzgüler üstüne üzgüler saldı. Nasıl üzülmez ki insan? Çevresine bir bakabilse insanı değil çileden, insanlıktan çıkaran o kadar hukuksuzluklar yaşanıyor ki!.. Aman keçileri kaçırmadan bu yazıyı bitireyim. Yoksa bazı hayatların yarım kalması gibi eksik kalacak ifadeler, sözler!..

    “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın!” (Lev Tolstoy)

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.