|   | 
  • Cevahir Kadri

    Bir Dünya Bahçe

    Dünya gerçekte cennetin bir numunesidir. Çünkü “bahçe” anlamına gelen asıl “cennet”te var edilecek güzelliklerin vitrini mesabesindedir dünya. Ama o vitrini insanoğlu olarak bizler tarumar ettik de cehennem numunesi hâline getirdik maalesef.

     

    İnsan, o eski asıl yurduna hep özlem duymuştur ve duymaktadır da. Onun hayaliyle yaşamış, dünyada onun benzerini yapabilir miyim diye hep düşünceden düşünceye koşmuş; bu düşünceyle âdeta yatıp kalkmış, hayallerini hep o “bahçe” süslemiştir. Tarihe baktığımızda, geçmişten bize gelen bilgiler arasında Eski Dünya’nın yedi harikasından olan Babil’in Asma Bahçeleri, Ad kavminin zalim ve asi padişahı Şeddad’ın ahiretteki asıl cenneti taklit etmek amacıyla yaptırdığı İrem Bağları, Hindistan’da Babürlü Bahçeleri, İspanya’daki, başta meşhur Elhamra olmak üzere birçok sarayın bahçesi, eski Yunan ve Roma’da büyük yapıların bahçeleri bize göstermektedir ki birçok kadim medeniyetin merkezinde o cennet-nümûn “bahçe” hep vardır.

     

    Bahçe, ezeli bilmece

     

    Aslı, Farsça “bâğçe”den dilimize geçen bahçe, zihnimizde “küçük bağ” gibi bir anlamı çağırsa da yapı bakımından kelimede küçültme yoktur. Kelime, dilimizde, zaman içerisinde “bahçe”ye dönüştü. Arapçada ise “bahçe” karşılığında “hadîka, ravza, firdevs, cennet” ve Farsçadan geçmiş bulunan “bustân (bostan)” gibi kelimeler kullanılmaktadır.

     

    Kaynaklar, bahçe düzenleme sanatının kaynağında dinî inanışların yattığını söyler bize. Bilinen en eski örneklerin yer aldığı Mısır, Mezopotamya, İran gibi yörelerde ve daha sonra geleneği oralardan alan Grekler’le Romalılar’da bahçenin, kutsal ruhların yaşadığına inanılan toprak parçaları üzerinde ve tapınakla ilişkili olarak düzenlendiğini söyler. Zamanla zevk için de bahçe düzenlenmesinin yaygınlaştığını bildirir.

     

    Bahçe deyince Fuzulî üstadımızı anmadan geçemeyiz. O, İslam tarihinin en elim hadiselerinden biri olan Kerbelâ hadisesini anlattığı eserine “Hadîkatü’s-Suadâ” adını vermiştir ki “mutluluğa erenlerin bahçesi” anlamına gelmektedir. Eser, “maktel-i Hüseyin” ya da kısaca “maktel” türünün edebiyatımızdaki en başarılı eserlerdendir. Ayrıca Divan şairleri “Belli bir meslekteki tanınmış kimselerin, bilhassa şâirlerin hayatlarından, eserlerinden söz eden” tezkire türündeki eserlerini, dolaylı da olsa “bahçe” anlamına gelecek biçimde isimlendirmişlerdir. Sehi Bey’in bu türdeki “Heşt Behişt” yani “sekiz cennet” adlı eseri buna örnektir.

     

    İnsanın en özel mekânlarından olan evin odaları nasıl mahremse, şahsa özelse yani başkalarının, yabancıların oralara girmesi ve görmesi istenmiyorsa bahçesi de aynen öyle hususidir. Bahçenin çevresine yerine göre ahşap, yerine göre taş duvar, beton, yerine göre dikenli tel ve yerine göre de çalı çırpı ile “harım” yapılır. Harım yani mahrem; içeriye herkesin girmesine, oraları görmesine, nigehbân olmasına asla müsaade yok. Giren de haddi aşmış, dolayısıyla da haram irtikap etmiş, cürüm işlemiş demektir.

     

    Bahçe ile benzer bir anlama sahip -aynı değil- bir kelimemiz daha vardır: avlu. Avlu, bahçeye nazaran meskenlerle daha iç içedir. Bahçe evden, mekândan uzak bir yerde olabilir. Ama avlu da olabilirse de avlu eve daha bitişiktir; evcildir yani biraz da. Nitekim sözlüklerde de böyle anlam verilmiştir: “Bir binânın ortasında, yanında veya çevresinde bulunan üstü açık, etrâfı duvar, çit vb. ile çevrili yer”. Necip Fazıl Kısakürek, o meşhur Zindandan Mehmet’e Mektup şiirinde avlu kelimesini kullanır: “Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,/Kırmızı tuğlalar altı köşeli.” Şimdiki modern cezaevlerinde avlu/bahçe, ortasında “rögar” bulunan, beton zeminden ibarettir.

     

    Her aile, insanlık bağının küçük birimi olarak bir bahçedir. Çocuklar, o bahçenin türlü türlü çiçekleridir. Evet, o bağdan yetişir türlü çiçekler, çeşit çeşit renk ve tatta meyveleri olan ağaçlar, laleler, sümbüller, zambaklar...

     

    Bir de has bahçe vardır ki o, sultanların bahçesidir. Gönül sultanlarının gönüllerini alabilmiş olmak, onların dualarına dahil olabilmek, işte o has bahçeye kabul edilişin delilidir. Bir tarih terimi olarak, “Osmanlı döneminde, saray sınırları içinde bulunan bahçe ve bostanlar.” anlamına gelir. Ayrıca insanların “güzel, asil ve seçkin” olduğunu ifade sadedinde “has bahçenin gülü, bülbülü” denir. Bugün farklı şehirlerde farklı güzel semtlere de bu isimlerden verilmiştir.

     

    Yıllar önce, toplumu eğitme, aydınlatma vazifemizi Antalya Alanya’da ifa ederken, evimiz Hasbahçe’deydi. Hasbahçe, Alanya’nın kuzeyinde yamaçta bir mahallenin adıdır. Bir doktor beyefendinin üç katlı “tripleks” binasının zemin katında kiracı olarak kalıyorduk. Yamaçta olduğu için aşağıdan bakınca birinci kat gibi duran bir görünümü vardı. Dolayısıyla “denize nazır”dı, denize “yürüme mesafesi”ndeydi, denize “yürüyerek” gidebilme imkânımız vardı yani!

     

    Şiirdeki bahçeler

     

    Tarla bir nesir ise bahçe bir şiirdir. Tarla alabildiğine geniş olabilirken daha özel, daha küçük ve dar alan ve hususi bir yapısı vardır bahçenin. Bu bakımdan şiire daha yakındır tabiatı itibariyle. Yıllar önce, Uzakta Beyaz adlı kitabını imzalattığım şair Can Bahadır Yüce, “Bahçelere bakar gibi bakın bu şiirlere; içtenlikle…” diye imzalamıştı. Demek ki şiir-bahçe ilişkisi her şairin zihninde az çok vardır.

     

    Her şeyi yetiştirebilirsiniz ama alabildiğine geniş topraklarda değil, belki bir saksı mesabesindeki küçük ve dar alanlarda. Şiir, dar alanda gümrah çınarlar yetiştirmektir biraz da. Şiirin has emekçisi, çiftçisi olan şairler -ki onlara bahçıvan demek daha doğru olur artık- şiirlerinde bahçeyi ya bütün olarak ele almışlar da bir veya birkaç mısrada “hâllerini söylemişler”dir.

     

    Bahçe sesini işitir işitmez zihnimiz, hemen hafızamızda var olanlardan bir derme yapar. Bu dermenin ilk misafiri hiç şüphesiz Ahmet Haşim’in “Bahçe”sidir. Haşim, bu şiirinde bir Acem bahçesini kulluğumuzu ifa ederken alınlarımızı koyduğumuz, türlü renk ve desenlerle süslenmiş bir seccadeye benzetir. Dahası, gün batımında havuza güneşin ışıklarının yansımasıyla kadehin ateşle dolduğunu, bu akşam vaktinin çok gam keder barındırdığını, bunu alışılmadık bakışlardan anladığını anlatır. Bu benzetme ve tasvirlerden sonra   “Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar,/Dalmış üstündeki kuşlar yâda;/Bize bir zevk-i tahattür kaldı/Bu sönen, gölgelenen dünyâda!” diyerek şu fani âlemde hatırlama zevki kaldı sadece demekten kendini alamaz.

     

    Bahçeyi, o güzel kelimeyi şiirinin başlığına taşıyan şairlerden biri de Bedri Rahmi’dir. O, “Yetim Bahçe” adını verdiği şiirinde bir iç sesle kendi durumunu “güllerinin açması” üzerinden mukayese eder. O iç sesin güllerinin “her yerde, dağda, bayırda, kırda, bozkırda” açabilme imkânının olduğunu ama şairin güllerinin sadece sevinen çocukların ve “bedava iyilik yapanların” gözlerinde, bağışlamasını bilenlerin kalbinde açacağını: “Senin güllerin her yerde açar/Ya benim güllerim/Sevinen çocuk gözlerinde bir/Bedava iyilik yapanların gözlerinde iki/Bağışlamasını bilen yüreklerin en kuytu yerinde/açar üç” diyerek beyan ettikten sonra “Benim güllerimle senin güllerin elele/En güzel bahçe/Benim güllerim olmadıkça/Senin bahçelerin yetim, yitik.” diyerek iç sesin şairin güllerine muhtaç olduğunu, onsuz iç sesin bahçesinin yetim kalacağını hatırlatır.

     

    Bahçe bir kalptir, evet, bağışlamasını bilenlerde. Asaf Halet Çelebi, İbrahim adlı şiirinde Babil’in ünlü Asma Bahçeleri’ne atıfta bulur. Buhtunnasır zamanında inşa edilen bu bahçeler eski dünyanın harikaları arasında yer alır. Çelebi, “asma bahçelerinde dolaşan güzelleri/buhtunnasır put yaptı/ben ki zamansız bahçeleri kucakladım/güzeller bende kaldı” dizeleriyle bizi tarihe götürür, sonra şiirin can alıcı dizelerini söyler: “ibrâhîm/gönlümü put sanıp da kıran kim”. Bu dizelerde ise hem Hz. İbrahim’in (a.s.) putları kırıp baltayı en büyük puta asmasına hem de kalp kırmanın vahametine bir atıf vardır.

     

    Hayat ve ölüm bir arada

     

    Bahçe hem cıvıl cıvıl, yaşama sevinciyle dopdolu bir havayı sunar hem de sonbaharla birlikte dünyanın faniliğini, “her canlının ölümü tadacağını”, güllerin, çiçeklerin solduğu gibi insanın da bir gün bu âlemden ayrılıp gideceğini hissettirir bize. Ahmet Muhip Dıranas, Olvido isimli şiirinde, akşam üzerlerinin ve akşamın çok farklı, heyecan dolu ama aynı zamanda kaba olduğunu söyler: “Hoyrattır bu akşam üzerleri daima./ Gün saltanatıyla gitti mi bir defa/ Yalnızlığımızla doldurup her yeri/ Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,/Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan/Lâvanta çiçeği kokan kederleri;/Hoyrattır bu akşam üstüleri daim” Şiirdeki bu hayat doluluğunu bir de Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirinde görmek mümkün. Beyatlı, şiirinde simsiyah boşlukta geniş kapıları açılan ve güneşin doğmadığı büyük bir kapıdan geçilerek ulaşılan bir bahçeden bahseder. O bahçede keyfince eğlence devam etmektedir: “Ya şevk içinde harâb ol, ya aşk içinde gönül!/ Ya lâle açmalıdır göğsümüzde yâhud gül.

     

    Şiirlerinin çoğunda yaşama isteğini, ölümden korkmayı, hep yaşamak dolu temaları işleyen Cahit Sıtkı, “Otuz Beş Yaş” adlı şiirinde, sonbaharda bahçenin bozuluşunu, tarumar edilişini; insanın hayatının da bundan nasibi alacağı düşüncesi ile ilişkilendirir: “Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!/ Her yıl biraz daha benimsediğim./ Ne dönüp duruyor havada kuşlar?/ Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?/ Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?” Tarancı bu şiirinde “insan”ı bir bahçeye benzeterek onun ölmesiyle bahçenin tarumar edilmesini bir tutar.

     

    Bahçe ve aradıklarımız

     

    İnsan bu; kendini bir şeye yakın buluyor ve bir süre o şeyden uzak kalınca bu sefer ona hasret duyuyor. Hasret duyulana kavuşuncaya kadar, insanın bu içten içe yakan hasret ateşinin sönmesi mümkün değildir. Kendisine ilgi gösterilmeyince, bahçede bağ bozumu yaşanmış gibi bir hâl ile karşı karşıya gelir insan. Arif Ay’ın Hasret şiirinde de bunu görmek mümkün: “Bir akşam gibiydin birden buldum seni/ Her yönden esen bir rüzgârdın/ Bakımsız bahçesinde bir güzün/ Yapraklar gibi savruldum.

     

    Erdem Bayazıt ise “Birazdan Gün Doğacak” şiirinde bahardaki canlılığı, suyun, havanın, toprağın ısınmasıyla ortaya çıkan yaşama isteğiyle dolu o havayı sunar bize: “Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü/ Çatlayacak yalanın çelik kabuğu/ Sizin bahçenizde büyüyecek îmanın güneş yüzlü çocuğu.” Bayazıt, bir başka şiirinde, Sana, Bana, Vatanıma ve Ülkemin İnsanlarına Dair’de kalğlerimizi çizim çizim kanatan, o hüzün dolu tabloyu betimler: “İçimde kaynayan bir mahşer var/Bu mahşer bir de annelerinin kalbinde kaynar/Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde/ Ya da çamaşır sererken bahçelerde/Alıverirler kara haberlerini ansızın/Okul dönüşü bir trafik kazasında/Can veren oğullarının.” Bahçe özeldir, hususidir; çamaşırlar ancak orada kurutulur. Şimdilerde olduğu gibi herkesin gözünün önüne çamaşır serilmez.

     

    Dünyanın en güzel gülü

     

    Arif Nihat Asya o meşhur Naat şiirinde Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) devrinden kesitler sunar, o gelmeden insanlığın çalkantılar içerisinde olduğunu ve gelişiyle de“dünyanın güzel gülü”nün açıldığını söyler: “Ne doğruluk, ne doğru; / Ne iyilik, ne iyi.../Bahçende en güzel dal,/ Unuttu yemiş vermeyi.../ Günahın kursağında/ Haramların peteği!” dedikten sonra sözü Hz. Peygamber’in doğuşuna getirir: “Ey Abva’da yatan ölü,/ Bahçende açtı dünyanın/ En güzel gülü;/Hatıran, uyusun çöllerin/ Ilık kumlarıyla örtülü...” bu dizelerde de Hz. Amine validemizi bir gül bahçesine benzetir.

     

    Bir de arka bahçe vardır ki gerçeğinden mecazına birçok anlamı içerir. Bu dünya da ahiretin ön bahçesidir. Kutlu Nebi’nin buyruğunda “ahiretin tarlası” olarak ifade edilmiştir. Bu tarlayı bu ön bahçenin bakımını iyi yapmamız; dedikodu, gıybet, yalan, iftira, zulüm, işkence gibi ayrık otlarının bahçeyi ele geçirmesine asla müsaade etmememiz, tövbe tırpanıyla onları bir bir temizlememiz lazım ki cennet gülleri açsın bu bahçemizde. Öldüğümüzde de kabrimiz, o “cennet bahçelerinden bir bahçe” olsun!

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.