|   | 
  • Cevahir Kadri

    Hicri Yeni Bir Yıla Girerken Ahvalimiz

    Birkaç gün önce hicri yeni bir yıla girdik. Hicri yeni yılınız kutlu olsun. Yeni yılın hayırlara vesile olmasını, iyilikler, güzellikler, adalet, hukuk ve barış getirmesini dilerim.
     
    Hicri yeni bir yıla giriyor olmak, ne anlama geliyor? Evet, demek oluyor ki Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi vesellem) ve Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret edişinin üzerinden 1542 sene geçmiş.
     
    Her yeni yıl, geçmiş ve gelecek için bir hesap kitap mevsimidir. Tam anlamıyla bir muhasebe zamanıdır yani. Geriye doğru düşünüp baktığımızda şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza: Sağdan say on, soldan say yine on. Değişen bir şey yok! Ömür teşkil eden hayatımız da öyle. Oysaki “iki günü eşit olan ziyanda” değil miydi? Hâlbuki hayatımız eksiye gidiyor, hep eksiye!
     
    İster Hicrî ister Rumi isterse Miladî takvim kullanalım; hayatı nasıl yaşamışsak sonuç öyle oluyor, takviminden kaynaklı olarak değişmiyor yani. Evet, zamanı ölçmek için hangi takvimi kullanırsak kullanalım, bizim için önemli olan, yaşanan hayatın niteliğidir. Zamanı bir pastaya benzetirsek onu istediğimiz şekillerde dilimlememiz mi önemli, yoksa pastayı kıvamında ve olması gereken maddeleriyle yapmak mı? Elbette ki olması gereken maddeleriyle istenilen kıvamda yapabilmiş olmak en güzeli.
     
    Hesapta ilk sorulacak konu
     
    Kendisine cüzi irade verilen insana ahirette sorulacak ilk konu; insanın hayatını nasıl yaşadığı, nasıl ve nerede geçirdiği üzerine olacaktır. Ey insan, sana verilen bunca nimetler karşısında başıboş mu bırakılacağını sanıyorsun? Onun için mi hoyrat ve nobran, “sorumsuz” bir hayat yaşıyorsun?
     
    Ey aklını, mantığını, ölmemişse kalbini ve vicdanını kullanan kişi, dinle de kulak ver. Bak, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ne buyuruyor? Dinle de ibret al, hayatına çekidüzen ver: “Kıyamet günü insan beş şeyden hesaba çekilmedikçe bırakılmayacaktır. Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp, nerede harcadığından, ilmi ile ne kadar amel edip etmediğinden sorulacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
     
    Allah, bütün kullarına yakındır. Evet, Cenab-ı Hak bütün insanlara, “şah damarından” daha yakın. Ama pek çoğu itibariyle insanlar, Allah’a pek uzak. Kulların Allah’a yakınlığı onların niyeti ve çabası ile mümkün ya da değil. İnsanın bu konudaki niyetine, tavrına ve çabasına göre değişir bu durum. Allah’ın, insanlara yakın oluşu, ayeti kerimeyle sabit. İnsan aklının ihata edemeyeceği bir genişlikte kâinatı yaratan Allah, Kur’an-ı Kerim’de “İnsanı Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz pek iyi biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf, 16) buyurmuyor mu?
     
    Öyleyse ey insan, ey Müslüman, nedendir şu dünyada ebedî kalacakmış gibi davranman? Hem iman ettiğini söyleyip hem de iman ettiğin, ezeli ve ebedi Allah -hâşâ- yokmuş gibi hareket edip O’nun emir ve yasaklarını ayaklar altına alman? Neden?
     
    Maziye, tarihe dönüp hiç bakmaz mısın; kim gelmiş, yaşamış; kimler göçmüş bu dünyadan diye? Hiç mi okuyup dinlemedin gönül insanı Koca Yunus’u? Bak ne diyor, dur da dinle: “Bilirim seni yalan dünyasın/ Evliyaları alan dünyasın/ Kaçan kurtulmaz senin elinden/ Demir kafesler kıran dünyasın.” Anladın mı şimdi dünyanın faniliğini, geçici oluşunu. Anlamadıysan bir daha bak ve dinle: “Yalancı dünyaya konup göçenler/ Ne söylerler, ne bir haber verirler/ Üzerinde türlü otlar bitenler/ Ne söylerler, ne bir haber verirler.” Ve başka bir şiirinde: “Bunlar bir vakt beyler idi/ Kapıcılar korlar idi/ Gel imdi gör, bilmeyesin/ Bey hangisi ya kulları” diyor. Ama asıl önemlisi bu şiirler, sözler sana ne söylüyor; önemli olan bu!
     
    Bütün olup bitenler gösteriyor ki insan olarak hepimiz bu yalancı dünya için Yunus gibi diyeceğiz “Ahir bizden de kalan dünyasın!”. Çünkü biz de dünya sona ermeden bu dünyadan çekip gideceğiz, bizden öncekilerin çekip gittiği gibi…
     
    Acı olan ne?
     
    Acı olan ne biliyor musunuz? Dünyanın faniliğini bildiği, Allah’ın, İslam’ın adaletle iş tutun, zulmetmeyin, zulme meyletmeyin, bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin, zandan kaçının, bir fasık size bir haber getirdiğinde o haberi hemen doğru olarak kabul etmeyin, okuyun, araştırın, tetkik edin, düşünün, ondan sonra kararınız verin, vb. emirlerine karşı çoğunluğun, gücü elinde bulunduranların ve onları destekleyenlerin bu emir ve nehiyleri her hafta duymasına, işitmesine karşı hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ediyor olmasıdır.
     
    Acı olan hem Müslümanım deyip hem de söz ve davranışlarıyla İslam’dan habersizce kendi davranışlarını İslam’ınmış gibi sunuluyor olmasıdır. Söylemlerin ve eylemlerin farklı oluşu, değer yargılarının aşınmasına, gençliğin bu değerlere mesafeli durmasına sebep olmaktadır. Bu, önü alınmaz bir yangın, onulmaz ve kapanmaz bir yaradır, şifası toplu bir tövbedir. Evet, gençleri içine alan bu yangın belki dünkünden de beter. Rabbim çocuklarımızı, gençlerimizi bu yakıcı afetten muhafaza etsin, onlara hidayet nasip eylesin! (Âmin!)
     
    İslam âlemi (!)
     
    Barış, sulh, âsâyiş” yani güven ve emniyet gibi anlamlara gelen “silm” kelimesinden türemiş bir kelime olan İslam’ın bu güzel anlamları, Müslümanların imanları ile hayatları arasındaki çelişkileri sebebiyle yüz seksen derece yön değiştirmiş gibidir. Bu, neden böyle algılanmaktadır. Hem niye böyle algılanmasın ki?
     
    Allah’a teslimiyet, kullar arasında barış, güven ve esenlik gibi anlamları içermesine rağmen kullar, onun bu Yüce Yaratıcıya ait olan kısmındaki anlamını âdeta kendilerine çevirmişler. Salt bir teslimiyetle kendilerine bağlı olunmasını istiyor; hiçbir surette eksiklerinin söylenmesini, eleştirilmeyi istemiyorlar. Bunu, -maalesef- bütün İslam ülkeleri adı verilen coğrafyanın yöneticilerinde görmek mümkün. Nereden mi söylüyorum bunları? Herkes haberleri izlerken bir düşünsün bakalım: Barış ve selamet yurdu olması gereken İslam ülkesinden, batılı ve farklı bir dine mensup bir ülkeye Müslümanlar neden o ülkelere sığınarak mülteci olarak bundan sonraki hayatlarını o ülkelerde sürdürmek isterler?
     
    Bütün mültecileri dinleri bakımından, göç ettikleri ülkeler bağlamında alın inceleyin bakalım nasıl bir sonuçla karşılaşacaksınız? Evet, bu incelemenin sonucu gerçekten içler acısı bir durumdur. Her ay/yıl Afganistan’dan, Pakistan’dan, İran’dan, Irak’tan, Suriye’den ülkemize gelip ülkemizden ve diğer Ortadoğu ülkelerinden yasal olmayan yollarla sınırları geçmeye çalışırken yakalanan, Ege Denizi’nin soğuk sularında can veren mülteci haberlerini duymuyor, izlemiyor muyuz? Ege’nin kıyılarında insanlığın öldüğünü ortaya koyan Aylan Kurdi ve nicelerinin cansız bedenleri hâlâ körleşmiş vicdanlarımıza bir şeyler söylemiyor mu?
     
    Batıda durum ne?
     
    Batı elbette sütten çıkmış ak kaşık değil. Daha bundan altmış, yetmiş sene öncesine kadar kendi iç işlerinde verilen kavgaların, yapılan savaşların sonrasında oturup bir bakıma, Kosta Rika halkı gibi durup “Biz manyak mıyız?” sorusunu sorarak aralarında anlaşarak en iyi yönetimin demokrasi olduğunda karar kılmışlar. Bunun yanında Anayasayı, yasaları hakkaniyet ve etik çerçevesinde hazırlamış, bunları da âdilane uygulayarak herkes, devlet içerisinde yazılı kurallar ve etik davranışlar çerçevesinde hareket etmiş ve etmektedir. Böylece bugün, batı yaşanabilir bir toplum olmada İslam dünyasının önüne geçmiştir. Göçlerin yegane sebebi budur.
     
    Hiçbir zaman, Batı güzellemesi, doğu/İslam karalaması peşinde olmadım, değilim de. İnsani olan, insanca, hak ve hukukça ne varsa, nerede varsa onun peşinde oldum. Bu da aslında yukarıda da anlatıldığı gibi, İslam’ın ta kendisidir. Fıtrî davranma, bir bakıma İslami davranmadır. Çünkü İslam, fıtrat dinidir.
     
    Batıda, toplumu yönetenler demokrasi çerçevesinde eleştirilebilir, sorumluluklarını yerine getirerek kendi alanında meydana gelen bir aksaklık yaşandığında istifa etmesini bilir. Bunu en azından etik davranışları gereği yapar. Ama bizde/İslam dünyasında olması gereken bu hakkaniyetli davranışları görmek ne yazık ki mümkün değil! Bu da gösteriyor ki Batılı yöneticiler hatayı, kusuru evvelemirde kendilerinde; bizdekiler ise hep başkalarında ararlar.
     
    Tarafgirlik meselesi
     
    Bir futbol takımını tutar gibi parti tutuyor insanımız. Muhabbet beslediği partilerinden, idarecilerinden “sorumluluk gereği istifa etme gibi bir asil” davranışı zaten beklememektedir. Çünkü onlar öyle bilinçlendirilmiştir; kusur başkalarına aittir, bu aksaklıklarda “dış güçler” devreye girmiştir. Böyle bir anlayışa sahip halka göre onlar, “layüsel” bir şekilde işlerini yürütmeleri gerekmektedir. Düşünmeyen, düşünemeyen, sorgulamayan bir halkın duygu ve düşüncesi ne yazık ki böyledir. Halk sorgulamaz, yöneticilerini anayasa ve yasalara, etik değerlere uygun davranmaya zorlamazsa -kötülüğü emreden- nefis sahibi insan gücünü gitgide artırdıkça âdeta kural tanımaz olur, gün gelir, dedikleri yasa yerine geçerek bir bakıma firavunlaşacaktır. Bütün İslam ülkelerinde hem geçmişte hem de halihazırda bunların örneklerini gördük ve görmeye devam ediyoruz.
     
    Olması gereken davranış
     
    Adalet timsali Hz. Ömer (r.a.) -ki adalet mülkün temelidir sözünün sahibi- hilafet makamındadır ve Cuma namazını kıldırmakta ve hutbe irad etmektedir. Olayı kısa anlatıyorum. Hutbenin bir yerinde “Ey insanlar, dinleyin ve itaat edin!” deyince bir sahabi hemen yerinden fırlayarak: “Ne dinler ne de itaat ederiz!” der.
     
    Hz. Ömer, sahabiye neden böyle itiraz ettiğini sorduğunda şu cevapla karşılaşır: “Yâ Ömer! Giymiş olduğun bu elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemeyecek ve sana itaat etmeyeceğiz! Beytülmâlden (ganimetlerden) sana da, bana da aynı kumaş düşmüştü. Ben kendi hakkıma düşen miktardan bir elbise yaptıramadım. Ama görüyorum ki sen kendine bir elbise yaptırmışsın. Bu nasıl oldu?
     
    Hz. Ömer, meseleyi anlar, hiçbir söz söylemeden eliyle oğlu Abdullah’a işaret ederek: “Kalk oğlum, bu elbisenin hikâyesini anlat!” der. Bunun üzerine oğlu Abdullah ayağa kalkarak “Bana da, babama da birer parça kumaş düşmüştü. Ben hakkımı ona verdim. Şu anda üzerinde gördüğünüz elbise ikimizin hakkından meydana gelmiş bir elbisedir.” diyerek durumu izah eder. Bunun üzerine itaat ve dinleme emrine itiraz eden o sahabi bu cevapla ikna olur ve “Konuş ey Allah’ın Peygamberinin Halifesi, şimdi seni hem dinler hem de itaat ederiz.” der.
     
    O sahabi ve Halife Hz. Ömer, bu davranışlarıyla Müslümanlara nasıl hareket edilmesi gerektiğini gösterdiler. Allah onlardan razı olsun.
     
    Öte yandan, yanlışı düzeltme sünneti var. O konuda şu hadis-i şerif hep nakledilir, hutbelerde ifade edilir lakin uygulamaya gelince hadis birdenbire unutuluverir. Uyaranlar da başkaca yorumlara dahil edilir: "Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir." (Müslim, İman 78)
     
    Toplum içerisinde yaşanan olumsuzlukların düzeltilememiş olmasının sebebi de bu hadisi şerif ortaya koyuyor. Tabi bunu yaparken herhangi bir kargaşaya sebebiyet vermeden, işin usulü ve adabınca yapılması elzemdir. Nitekim Ali İmran Suresi 104. Ayeti kerimede Cenab-ı Hak “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” buyurarak haktan, hakkaniyetten ayrılanlara böyle uyarıcıların bulunmasını da emretmektedir.
     
    Ya şimdi?
     
    Şimdi düşünüyorum da böyle bir manzara hangi İslam ülkesinde yaşanabilir? Meselâ, Osmanlıda hilafet makamında olan padişahlara Cuma selamlıklarında böyle sorgulayıcı bir hitapla seslenilebilmiş midir? Dahası, günümüzde yaşanabilir mi böyle hakkaniyet diyalogları? Bilinçli bir Müslüman, arka planını bildiği/bilmediği bir hususta sıralı idarecilerin herhangi birisinden böyle bir adalet talebinde bulunabilir mi? Diyelim ki bütün cesaretini toplayıp sualini sordu bir Müslüman, buna idarecilerin cevabı nasıl olur? Olması gereken, hakkıyla, herhangi bir azar ve ayar vermeden gerçeği olduğu gibi halka anlatabilir mi? Önemli bir soru ve sorundur bu?
     
    İşte, hicri 1442. yıla girdiğimiz şu günlerde asıl olan; günü, haftayı, ayı, yılları ne kadar yaşadığımız, hangi zaman ölçü birimiyle hareket ederek ölçtüğümüz değil, insanca, hak ve hukukça ne ölçüde yaşadığımız ve yaşattığımızdır. Günahlar topluca işlenmişse bunun tövbesi de elbette topluca olmalıdır. Onun için fert fert toplumda adaleti, hakkı, hukuku, insanca yaşamayı savunmadıkça toplumun iflah olması, kurtuluşa ermesi mümkün değildir. Rabbimden dileğim herkesin “amasız, fakatsız” bir şekilde hakkı, hukuku, adaleti, sevgiyi, barışı savunmasıdır. İslam ülkeleri gerçekten sulhun, adaletin, barışın selametin yurdu olsun. Hicri yeni yıldan dilek ve temennim budur!

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.