|   | 
  • Kiralık Kalem (Satılık Değil Ama)

    İLETİŞİM, MEDYA VE ALGI YÖNETİMİ

    Annemin rahmetli babası dedem cahil bir insandı. Okuryazar da değildi. Ama ceketinin cebinde devamlı Son Havadis gazetesi taşırdı. Hizmet olsun diye. Tarafgirlik olsun diye. Dedem taraf’tı. Sağcıydı. Dindardı. Dinin tarafındaydı. Samimi bir vatanperverdi. Ama asla demokrat değildi. Aslında iyi bir insan, iyi bir Müslüman, iyi bir yurttaş ama aynı zamanda iyi bir demokrat olan rahmetli babamı, bazen örneğin bir CHP’linin bir düşüncesini doğru, haklı buluyor diye itin kıçına sokar çıkarırdı. Kafasına uygun bulduğu kimselere gazetesini uzatır, okumasını rica ederdi. Çok dikkatli bir şekilde dinler, aklının erdiği kadarıyla yorumlar yapar, daha doğrusu duygularını ifade ederek tarafgirlik yapardı. Sağın, sağcı olanların, dindarların, dindar olduğunu ifade edenlerin, vatanperver olduğunu, halkın yanında olduğunu ifade edenlerin yanındaydı. Doğal olarak önceleri Menderes’e ardından da Demirel’e inanan ve güvenenlerdendi. Ben, onun, yaşımdan dolayı, Demirel hayranlığı dönemini daha net hatırlayabiliyorum. Özellikle de radyodan haber AJANSını dinlerkenki hâlleri aynen gözümün önündedir.

     

    O dönemlerde televizyon falan henüz icat edilmemiş, radyo var. Lambalı radyo denilen, o ilkel radyolar da televizyonu aratmaz hani. Her biri bir televizyon büyüklüğünde. Yapıları da tıpkı eski otomobiller gibi birer sanat eseri… Radyo, evin baş eşyalarından idi. Salonun başköşesinde, ya özel bir sehpanın üzerinde veya büfenin özel bir bölmesinde bulunur, üzeri dantelli mantelli örtülerle örtülürdü. Bulunduğunuz yere bağlı olarak çeşitli yabancı istasyonları da çekebilirdi ama halkın dinleyebileceği tek istasyon vardı; devlet radyosu, yani şimdiki adıyla TRT. Baş program da saat 19.00’daki ana haber bülteni. ‘Ajans’ denirdi ona. İnsanlar, âdetâ bütün havâdisleri bu ajanstan dinler, öğrenirlerdi. Ben, yaşım küçük olduğu için, o dönemlerde o radyoda tarafgirlik yapılıp yapılmadığını bilemiyorum. Zaten o yaştaki bir çocuk, taraf’ın, tarafgirliğin ne olduğunu da bilemezdi. Ama şimdilerde okuduğumuz kaynaklardan anlıyoruz ki devletin bütün kurumlarında olduğu gibi radyoda da kesintisiz bir tarafgirlik mukaddermiş. Günümüzde de devam eden bu tarafgirlik, hükümetlerin kendi ideolojileri, kendi istikballeri, kendi ikballeri doğrultusunda her zaman yapılageliyormuş. Yani devletin radyosu, hükümetin borusunu çalarmış, bütün söyledikleri gerçeğin ta kendisi değilmiş. Tek tabanca olduğundan dolayı da onlarca yıl, beyin yıkama adına gayet güzel icrâ-i sanat etmiş.

     

    Dedem, sert, despot bir adamdı. Saat 18.50 olduğu zaman, gözlüklerini takar geçerdi radyonun başına. Radyoyu açar, radyonun ısınmasını beklerken gözlüklerinin üzerinden salondakilere bakardı. Orada bulunan herkesi teker teker süzer, çatık kaşlarıyla; “Ajans başlıyor, içinizden eceline susayan varsa bu dakikadan itibaren ses çıkarsın, gürültü yapsın.” îmâsında bulunurdu. Radyodan ses gelmeye başlayınca frekansları biraz kurcalar, dinleyeceği istasyonu netleştirmeye çalışırdı. Saat 19.00’da ajansın sinyal bipbipleri duyulunca hâzirûna son bir defa daha bakar ve vecd hâlinde başlardı haberleri dinlemeye. Benim yorumum; onun dinlediği, haberler değildi; iki kelimeyi takip ederdi yalnızca: “Demirel” ve “komünistler”. Cümleleri de, bu kavramların lehte mi aleyhte mi konuşulduğunu da anladığını sanmıyorum. Bu kelimeler geçtikçe yorum yapar, daha doğrusu tarafgirliğini ortaya koyan sözler söylerdi. “Bak! Demirel!” “Bak! Komünistler!” Demirel’in geçtiği cümleleri duyunca tebessüm eder, komünist kelimesinin geçtiği cümlelerde ise küfür ederdi. Ama küfürlerinde kendisi hiç suça iştirak etmez, icraatı eşeklere havale ederdi.

     

    O gün o gündü, bugün ise bugün. Neler değişti neler. Değişmeyen şeyler de var elbet. Varlıkları sürdüğü hâlde nitelikleri değişen şeyler de. Hele teknolojinin değişimi, gençler pek fark edemezler ama orta yaşın üzerindekilerin akıllarını durduracak boyutta. Televizyonlar, bilgisayarlar, akıllı telefonlar ve internet… İletişim, inanılmaz dev adımlarla koşturuyor. Teknolojinin gelişen imkânlarına bağlı olarak varlığı değişmeyen ama gelişen bir şey var: Beyin yıkama. Adını sempatikleştirmiş, “algı yönetimi” yapmışlar. Adını yesinler. Teknolojinin gelişen imkânlarına paralel olarak beyin yıkamanın hızı da etkisi de çok artmış durumda. Ama bugün, dünden farklı olarak muhalif beyin yıkamalar da var. İnternet ve sosyal medya denilen enstrümanların da duhuliyle açıktan veya el altından türlü türlü alternatiflere ulaşmak mümkün bugün. Demokratlaşıldı mı yoksa ne! Her ne ise ama bugün kafaların çok daha karışık olduğu, insanların algı yönetimi bombardımanları altında daha bir allak bullak oldukları bir gerçektir. Eline bomba geçiren her cenah, “Kahrol düşman!” deyip fırlatıyor…

     

    Ancak şu değişik durum gözden kaçırılmasın: Asıl başrol oyuncularının yanı sıra ve belki onlardan daha etkili olan işgüzarlar sahnede arz-ı endam ediyorlar. Bu işgüzarların gayretiyle vatandaş, daha bir manyak oluyor. Ben bu yazımda algı yönetiminde işgüzarlık edenlerden, bu işten maddî manevî tatmin çıkaranlardan ve hedefleri olan biz’den söz etmek istiyordum aslında. Ama lâfı dolandırıp duruyorum işte. Belki de düşüncelerimi adam gibi ifade etmekten korkuyorum, kim bilir. Toparlamaya çalışayım:

     

    Gazetelerde bir sürü yazar var. Televizyonların oturum programlarında bir sürü konuşmacı. Yani bir sürü işgüzar. Tip tip aktristlerin de aralarında bulunduğu bu düşünce(!) ordusunun etkisiyle kitleler algıdan algıya yönlendirilmekteler. Fotoğrafı doğru tahlil etmeliyiz. Önce bu gazetecileri, yazarları, konuşmacıları akıllı bir biçimde tanımalı ve masaya yatırmalıyız. Bu insanlar, bu artisler, bu aktristler bu işi niçin yapıyorlar? Ne gibi çıkarları var? Resmen köşeler dönmüş olanlarının bulunduğunu sizler de biliyorsunuzdur. Nasıl yapıyorlar? Samimi ve iyi niyetliler mi? Özel hayatları nasıl? Ne kadar güvenilirler? Bire bin katmadıklarından, yalanlar söylemediklerinden, iftira atmadıklarından, yalakalık yapmadıklarından, konulara gözleriyle değil de kıçlarıyla bakmadıklarından emin miyiz? Her şey bir kenara, çeneleri düşük, cak cak cak konuşuyorlar ama kafaları ne kadar çalışıyor? Beri taraftan televizyonda ilgi ve şöhretin doruklarına ulaşmış, şimdi hayatta olmayan bir gazeteci için söylenen “Yabancıların kullandığı bir ajandı.” türünden çeşitli söylentiler de duymuşsunuzdur. Sorunlardan ekmek yiyen, sorunlu ortamlar sayesinde şöhrete eren, itibar ve ikbal kazanan bu zevât, sorunların bitmesini ne kadar isterler? Örneğin, PKK’nın bitmesini (gizli ya da açıktan) istemeyen çevreleri, ama bütün çevreleri, düşünmeye çalışın lütfen, ne farkları var? İyilerini, gerçekten işe yarayanlarını tenzih edelim, ancak ben, televizyon programlarında da konuşan pek çok gazeteciyi, en azından gizli işsiz olarak, gereksiz adam olarak görmekteyim. Bir kısmını ise provokatör, kışkırtıcı olarak. Bilmem ben de öyle bir adam mıyım? Kiralık Kalem’im ya.

     

    Ve gelelim biz’e, bizlere. Yani halka, kitlelere. Okuyucular, dinleyiciler, izleyiciler… biz değiştik mi? Ne kadar değiştik? Televizyonlardaki, işleri algı yönetimine yataklık etmek olan konuşmacıları nasıl dinliyoruz? Rahmetli babam gibi gerçek bir demokrat mıyız? Taraftarı olduğumuz cenahın suçlarını, hatalarını görebiliyor muyuz? ‘Bizimkiler’in de hata yapabileceklerini kabullenebiliyor muyuz? Muhalif düşüncelere hak verdiğimiz ve bu düşünceler doğrultusunda rotamızı gözden geçirdiğimiz oluyor mu? (Şerh düşeyim; kutsal akideler, insanî ilkeler ve millî sorumluluklar çerçevesindeki temelleri elbette saklı tutmaktayım.) Yiğidi öldürsek bile hakkını koruyabiliyor muyuz? Sezar’ın hakkını Sezar’a verebiliyor muyuz? Yoksa dedem gibi kulaklarımızı yalnızca kendi doğrularımızın terennüm edildiği söylemlere açıyor, tarafgirliğimizi katmerleştiriyor ve ötekiler’le ilgili her şeye küfürler mi ediyoruz? Fakat haberiniz olsun; dedem gibi, küfrün anlamındaki icraatı eşeklere havale etsek bile sorumluluktan kurtulamayız! 

     

    Futbolu pek sevmiyorum zaten ve ömrüm boyunca asla bir takım tutmadım. Taraftarların hâllerini de acı bir tebessümle, kendilerine acıyarak izlerim hep. Tutacağım takımdakiler benim babamın oğlu mu? Diğerleri gavur evladı mı? Kaldı ki futbol çevrelerinde nelerin olup bittiğini biraz bilirim. Televizyonda bir karşılaşma izleyecek olsam da her güzel hareketi alkışlar, güzel oynayan takımı tutarım. Hattâ maç devam ederken tuttuğum takımı değiştirdiğim çok olur. Ben, herhangi bir takımın, hele hele babam o takımı tuttuğu için, tapulu kölesi olacak bir âdem değilim. Babasınınkinden farklı bir takımı tutan öğrencilerime zaman zaman ek not verdiğim bile olmuştur. Ama fanatik olduğunu ifade eden ve fanatikçe saçma davranışlarda bulunanlar da ceza notu alabilmekteydiler.

     

    Sanırım anlatabilmişimdir. Vesselâm.

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.