|   | 
  • Cevahir Kadri

    Yokluğunda Bu Kaçıncı Sonbahar

    (Sevdiklerinden ayrı düşmüş, gönülleri ayrılıktan, harabeye dönmüş, bir tatile gider gibi gidip de dönmeyen mesleğine, eşine, evladına, sevgilisine, … hasret kalanlara!..)

     

    Deyiptin baharda görüşelim/ Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun/ Yaradan eşkine ne olur, dön/Kuşlar kondu göçtü, sen gelmez oldun/ Sen gelmez oldun, sen gelmez oldun, sen gelmez oldun//Yârim, gözleyirem men, isteyirem men/ Sen gelmez, sen gelmez oldun!

     

    En son bir yaz günü müydü bir sonbahar akşamı mıydı yoksa bir bahar akşamı mı görüşmüş, vedalaşarak ayrılmıştık. Vaktini değil,  vedayı hatırlıyorum daha dün gibi. Her veda bir ayrılık, her ayrılık bir veda mıdyı, o zaman çok da düşünmemiştim bunu. Ayrılıklar vedalara mı dahildi, yoksa vedalar mı ayrılıklara? Sahi bu muammanın var mıydı bir cevabı, varsa neydi? Varsa hakikaten bilineydi, iyiydi.

     

    O veda, evet, o ayrılık keşke yaşanmasaydı denen cinsten bir ayrılık oldu benim için. O anları hatırladıkça içimde korlar sökün eder de yakıp kavurur ciğerimi. O veda uzun sürmeyecek bir ayrılık, birkaç aylık bir ayrılıktı oysaki!.. Uzadıkça uzuyor, eridikçe eriyor zaman. Aman efendim aman. Evet, Necip Fazıl da öyle diyor değil mi? “Aman efendim aman/ Galiba ahir zaman/ Manzarası yurdumun/ Tufan gününden yaman” Nasıl yaman olmasın ki Ruhsâtî üstadım, olan biteni tam da anlatmış: “Bir vakte erdi ki bizim günümüz,/ Yiğit belli değil, mert belli değil/ Herkes yarasına derman arıyor,/ Devâ belli değil, dert belli değil.”

     

    Ey yâr, ey sevgili, sen gittin gideli ne hanede bereket ne gönüllerde huzur ve saadet var. Baksana hayat bile baştan sona çepeçevre sarılmış virüslerle… İnsanlar birbirlerinin yüzüne bile bakamıyor “maskesiz”, maske takmak zorundalar bir arada bulunduklarında. Elleri ellerinden uzak ediyorlar, ah bir de dillerini uzak tutabilseler dillerinden; yalan ve iftiradan, gıybet ve dedikodudan!..

     

    Haberin var mı

     

    Bak, çiçekleri alınan bahçelerde dikenler at koşturur olmuş, dikenler sarmış, bağ u bostanı, hem de gül görünümlü!.. Pınarlar, gözeler hayat bahşeden kaynaklar olmaktan çıkmış, okullar da okul olmaktan; haberin var mı? Öğrencisi ve öğretmeni olmayan atıl binalara dönüştü onlar haberin var mı? Ah sevgili, haberin var mı deyince Ahmet Arif’i hatırladım. Hani o şiirlerinde insan ruhunun ritimlerini, kalbinin duygularını perdesiz, yalın biçimde dizelere nakşeden şair, “Hasretinden Pırangalar Eskittim” diyen ozan… Bak ne diyor, neler diyor daha? Bir sebepten hapishanelere düşen kader mahkumlarının yüreğinin sesi olup konuşturuyor kelimeleri..

     

    Haberin var mı taş duvar?/ Demir kapı, kör pencere,/ Yastığım, ranzam, zincirim,/ Uğrunda ölümlere gidip geldiğim/ Zulamdaki mahzun resim./ Görüşmecim yeşil soğan göndermiş/ Karanfil kokuyor cigaram/ Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..

     

    Haberin var mı ey sevgili, ey insaniyet mertebesinde henüz mukim olan insan, haberin var mı? Kırık kalplerden, kırdığın gönüllerden. Ettiğin gıybet ve attığın iftiraların neticesinde annesinden, babasından veya her ikisindene ayrı düşen, şu küçücük hayatında devasa hasret dalgalarıyla, ayrılık denizinde kulaç atmak zorunda kalan bebelerin, çocukların hâllerinden, haberin var mı?

     

    Esti karayel, söndü ocak

     

    Ey uzun yaz günlerinde hep geri döneceğini söyleyen sevgili, nice yazlar bitti, nice kışlar geçti. Mevsim dolaştı bahara, baharlar yaza, yazlar sonbahara? Söndü yakılan bunca ocak, söndü güzelliklere ulaşmak için yakılan nice ilim ateşleri, ayrıldı birbirlerinden dünya ahiret beraberiz diyen ve o sevgiyle kurulan ailelerin eşleri… Nice alkışlar vurulmuştu, nice alkışlar, elleri patlatan, yuvalar ilk kurulurken. Sonra karayel esince yurdun, ülkenin, dünyanın baştan sonuna. Her şey bir anda tersyüz oldu. Evet, Çile şairinin Muhasebe şiirinde dediği gibi “Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!”, ocaklar simsiyah olmakla kalmadı, söndü dağıldı, küllerini o karayeller savurdu bir bilinmezliklere… Şimdi mi? Şimdi çevremizi çepeçevre saran asit bulutlarından ziftler yağmakta, değil güneşi görmek, güneşin tayflarından bir demet görmek bile ne mümkün! “Kurt dumanlı havayı sever.” derler. Havalar dumanlı değil, körduman âdeta; en yakınındaki bile göremiyor en yakınında olanı. Yıllar yılı tanıdığına dahi yabancı muamelesi yapıyor. Öz evladını tanıyamıyor; bu da kim, neyin nesi, tanıdığım yok böyle birisi deyip savuyor başından melek gibi evladını, dostunu, kardeşini!.. Sen ey güzellik, ey güzel insanlar, ey sevgili öyle bir gittin ki gidişinle hayatları harap ettin!.. Neşâtî üstadım söyledin de ne güzel söyledin: “Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile/ İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” dostun, özlemle beklenen sevgilinin kendisi, sohbeti yoksa o sohbeti neyleyeyim ben!

     

    İnsan, yaşadıklarına hikmet nazarıyla bakabilirse bundan sonraki hayatı için önceki yaşananlar birer öğretmendir. İnsan zaten hep öğrenci değil midir? Değil midir ki İki Cihan Güneşi (sallalahu aleyhi vesellem), “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” buyurmuş!.. O ki Allah’ın “habibim” dediği, insanlık ağacının harika bir meyvesi, o öyle buyuruyorsa vardır bir hikmeti. Ve insan, daima o hikmeti arayıp bulmaya, anlamaya çalışmalı, öyle değil mi?..

     

    Sesin gelmir

     

    Deyiptin baharda görüşelim/ Bahar geldi geçti sen gelmez oldun…” çoğu zaman türküler ve şarkılar iyi anlatır hâlimizi.. Türkü ve şarkı sözlerini peşpeşe sıralasak araya yorum katmaksızın, hâlimizi öylesine güzel resmederler ki!.. Gönülleri titreten bestesiyle Alekber Tağıyev, o meşhur Azeri türküsünde söz verdiği hâlde sözünde durmayan yârine, sevdiğine sitem eder: “Biz bu sonbaharda buluşacaktık/ Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun” der ve sebebini sorar: “Taşlara mı döndü kalbin, gelmedin/ Aylar geldi geçti, sen gelmez oldun/ Sen gelmez oldun, sen gelmez oldun!” Haksız mı? Normal bir insan bile buluşmak için söz verdikleri saat ve yerde bir araya gelmesi bekler. Gelmezse gelmeyen sitemi hak eder, sitem eden bundan dolayı suçlanmaz. Oysaki burada seven iki gönül var. Seven, sevdiğini hiç üzer mi? Sözü yine Azerbaycan şairlerimizden Mirvarid Dilbazi’ye bırakalım. Ne diyor bakın o “Sesin Gelmir” adlı şiirinde; “Hâl ehline, hâlden anlayana zulüm olmaz demiştin ama ayrılıklarla nedir bu zulüm?” der şu sözleriyle: “Hey deyerdin “gülün solmaz/ Mensiz ayın, ilin olmaz”/ Ehl-i hâla zulüm olmaz/ Bes bu hicran ne hicrandır?” Dilbazi, şiirin devamında  sevgilinin baharda gelmemesi karşısında yaşadığı hazandan dolayı şikâyetçidir: “Bu ayrılıg sahilinde/ Saralıp parlag gülün de/ İlin benövşe feslinde/ Bes bu hazan, ne hazandır?” Hazan olmaz mı insan, sediğini yanında bulamaz, yanında göremezse? “Dedin bir ağlayıp gülek/ Yanından ötmesin külek( rüzgar geçmesin)/ Gör neyledi, zalim felek/ Sesin gelmir, ne zamandır!” Her an duymak istediğin sesi kulakların işitmez olmuşsa bu hâl dokunmaz mı insana, dokunmaz mı hiç?

     

    Böyle ayrılık olmaz

     

    Doksanlı yıllarda en çok dinlenen eserlerden biridir, söz ve müziği Adnan Ergil’e ait olan ve sanatçı Nilüfer tarafından seslendirilen Böyle Ayrılık Olmaz şarkısı. Şarkıda seven kalplerin ayrılmayı hiçbir zaman düşünmediği ve düşünmeyeceği, verilen sözlerin mutlaka tutulacağı inancı, seven kalplerin yalnız ve buruk bir şekilde bir köşede kalmayı asla düşünmediği dile getirilir. Ama hayat bu, her şey insanın istediği istikamette cereyan etmiyor. Hiç de yaşanmasını temenni etmediklerimizle karşı karşıya kalabiliyoruz. Ansızın gerçekleşen bu “kalakalışlar” hayal dünyamızın ve hayatımızın altüst olmasına sebep oluyor ve bundan dolayı huzurumuz kaçıyor, sonra da sanatçı Ferdi Tayfur gibi “Huzurum kalmadı fani dünyada” diye feryat ü figan eyliyoruz. Hayatın bize sunduğu o anî sürprizler, Adnan Ergil gibi bize “Kim derdi ki seninle birgün ayrılacağız/ Geçip giden yılların ardından bakacağız/ Kim derdi ki bir tanem gün gelip bıkacağız/ Ben ve yenik yüreğim yalnız mı kalacağız.” dedirtip şöyle haykırmamıza sebep oluyor: “Böyle ayrılık olmaz, böyle yalnız kalınmaz/Hani verdiğin sözler, hani ellerin nerde/ Hani huzur bulduğum, deniz gözlerin nerde/ Hani sen hep benimdin, şimdi nerdesin nerde?

     

    Ey sevgili, bunca yıldır sevgimiz gönüllerimizi süslemedi mi? Gönüllerimizin çorak toprakları o sevgiyle yeşermedi mi? Neden bu çekip gitmeler, eyvallah etmeden? Vefa sende, sadece bir semtin adı mı İstanbul’da? Niçin uzun sürer bu ayrılıklar, nedendir seven gönlü hasretle ve bağrı yanık bir hâlde bırakmalar, neden? Bir cevabı olmalı bütün soruların, suallerin… elbette bir cevabı vardır ve o cevaplar okyanuslar kadar derin. Belki bir söğüt gölgesi altında dinleriz onları bir gün, serin mi serin…

     

    Gurbeti mesken mi tuttun

     

    Bir Kayseri türküsüdür, bilirsiniz, Yârim İstanbul’u Mesken mi Tuttun diyerek gidip de bir bir türlü gelmeyen sevediğine sorular soran… Hikâyesi uzun, uzun olduğu kadar da  acılarla dolu bir türküdür bu, Gazi Ahmet Ayhan’dan alınan. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur derler, derler de, hayat hep o seyran üzere devam etmez. Ekmek lazım, ekmek için para, parayı kazanmak için iş, işi verecek patron lazım. İstanbul’a bir iş bulup çalışmak gayesiyle Anadolu’dan pek çok genç İstanbul’a gider. İstanbul, büyük şehir, kocaman, koskocaman... El kadar köyde, kasabada, kazada, şehirde gözlerini açıp büyüyen koskoca İstanbul’da nasıl tutunabilir? Türküde anlatıldığına göre İstanbul’a giden delikanlı iş bulup çalışmaya başlar, bu devam eder ama geri gelmek, köyünde, kasabasında bıraktığı mahzun gönlü hatırlamak aklından geçmez olur onun. Bundan sonra söz o yaralı kalbin tellerinden yükselen sestedir: “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun,/ Gördün güzelleri beni unuttun,/ Sılaya gelmeye yemin mi ettin.// Gayri dayanacak özüm kalmadı,/ Mektuba yazacak sözüm kalmadı.” Tabii o devirde sabit telefon yok, cep telefonu zaten yok; haberleşme ancak mektuplarla yapılabiliyor. O da gideceği adresi bilinirse mektubun ancak öyle oluyor. Yoksa iletişim kurmak ne mümkün. Bekle Allah, bekle!.. Daima binbir ümitle ama hep çaresizce!.. Yıllar geçiyor, geçmek bilmeyen o kederli yıllar, geçiyor yine de!. Ama bir sor o dertli yüreğe, nasıl geçiyor diye?

     

    Dertli, kederli gönül yine yazar içine sığmayan içindekileri… Onları bir bir kâğıda döker, sevdiğine ulaştırmaya çalışır. Bu sefer vaktin geçip gittiğine dair somut örneklerden dem vurur: “Yârim sen gideli yedi yıl oldu,/ Diktiğin fidanlar meyveye döndü,/Seninle gidenler sılacı oldu.”  Haksız mı? Yedi yıl, dile kolay, haber almaksızın beklenen yedi yıl!.. Ondan sonra söz tükenir, yürek tükenir, zaman tükenir, hayat akıp gider, ömür tükenir… Tükenenlerin tükendiğini, buna sebep olanlar bilir mi, ne gezer! Son bir iki kelam düşer satırlara “Gayri dayanacak özüm kalmadı,/Mektuba yazacak sözüm kalmadı.

     

    Beklemek zordur, süresi kısa da olsa. Bir de ümit ışıkları ulaşmıyorsa gözlere, ufuklardan yalancı da olsa bir şafak sökmüyorsa uzundur beklemek, hem de çok zor ve uzun!..

     

    Uzatma sürgünümü

     

    Bilir misin ey yâr, ey bunca senedir yolunu gözlediğim sevgili, “Uzatma dünya sürgünümü benim!” (S.Karakoç) uzatma ey hasretiyle yanıp tutuştuğum, bunca yıl beraber olduğumuz mekanların önünden geçerken yokluğunda kurumuş bağları, bahçeleri, çiçekleri gördükçe içim kan ağlıyor, bilesin. Bilesin sensiz geçen zaman, yaşanmış değildir, sensizliğe de alışılmış değildir. Yokluğunda açan çiçeklerin kokusu kalmamış, yeşeren çiçemlerin de yeşilliği. Âdeta, hazan rüzgârları esmiş de bütün bağlar bozulmuş, ne bağ kalmış eli yüzü düzgün ne bostan; ne bağbancı kalmış ne de bahçıvan. İyiler, güzel insanlar ya güzel atlara binip gitmişler veya her biri toprakta, güneşten ırakta, bahar çiçekleri olma yolunda, vakte tohum olmada!

     

    Ey gözleri yollarda, sevdiğini, sevdiklerini bekleyenler, yol gözleyenler, dileğim odur ki beklediklerinize, yol gözlediklerinize, sevdiğinize, sevdiklerinize bir an önce kavuşasınız. Rabbim sabredenlerle beraberdir, her şeyin bir vakti merhunu var. O vakte en güzel şekilde hazırlanmak en güzeli. “Rabbim bunda da vardır bir hayır.” diyerek fiili ve kavli dualarımız eşliğinde geleceğe, güzel günlere güzel bir sabırla beklemek… Şu ahval içinde en güzeli bu! Üzüntüm, güzelliklerden  mahrum kalan bugünkü nesillere!.. Rabbim onlara da güzellikler nasip etsin, güzelliklerle buluştursun inşallah! Ama yüreklerde “Ey sevgili, bana azap veren bu yokluğun kaçıncı sonbaharı, gel de sonbaharlarımız da bahara dönüşsün!” sözleri çınlamaktadır. Bilesin ey sevgili, bilesin ey yâr, bilesin!..

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.