|   | 
  • Kiralık Kalem (Satılık Değil Ama)

    EĞİTİM ALINAN YERLER VE ÖĞRENCİ YURTLARI (3)

    BİLDİĞİNİZİ, TANIDIĞINIZI SANMIYORUM.

     

    Siz, Elbistanlı Durmuş Köker’i bilmez, tanımazsınız. Bilmenizi, hem de o öğrenci hâliyle bilmenizi isterdim. Cins bir insandı. Çok özel bir cinsti. Tıp fakültesinde okuyordu. Adının başına “Dr.” yazar da kendisini gogıl amcaya sorarsanız ihtimaldir ki bir cevap alırsınız.

     

    Hakkında ilk söylenmesi gereken özellik, çok ama çok zeki, akıllı olduğudur. Öyle ki anatomi atlaslarıyla boğuştukları yıl, harıl harıl çalışan bazı sınıf arkadaşlarının geçer not alamamalarına karşılık, doğru dürüst ders çalışmadığı hâlde o, yüksek notlar alarak sınıfını geçmişti. İkinci özelliği; güreşçi oluşuydu. Şampiyonlukları vardı. Üçüncü özelliği; dininden, dinî yaşantısından tâviz vermeyen iyi bir Müslüman oluşuydu. Yiğitti, vatanperverdi, mücahitti, engin bir insan sevgisi sahibiydi, nüktedan idi, mücadeleciydi ve yani çok da inatçı idi. İki ders yılı boyunca yurtta oda arkadaşlığı yaptım kendisiyle. Öyle ilginç olaylar yaşadım ki anlatmakla bitiremem. Haydi ikisini anlatayım da yazıma biraz renk katmış olayım:

     

    Odamız, Üçüncü Blok beşinci katta idi. Kapı numarasını hatırlıyorum: 76. Sekiz arkadaş paylaşıyorduk. Farklı farklı fakültelerin öğrencisiydik ama hepimiz kafa dengiydik. Odamızda, Dağın Sesi isimli haftalık bir duvar gazetesi çıkarıyorduk. Bazen cemaatle, bazen münferid, beş vakit namazlarımızı kılardık. Bodrum katta bulunan mescide inmek biraz zorumuza gittiğinden, alta hasır üste ise kullanmadığımız battaniyeleri sererek odanın bir köşesini mescide çevirmiştik. O battaniyelerin üzerinde yere oturarak çay içer, kitap okur, sohbet ederdik. Özellikle Risale-i Nur serisinden kitaplar okur, okuduğumuz konular üzerinde düşünceler üretirdik. O sohbetlerde çok şey öğrendim ben. Bazen de güreş edilirdi. “Edilirdi” dedim, çünkü ben katılmazdım güreşlere. Yenilgiyi kabul etmeye müsait olmayan bir tabiatım olmasından dolayı katılmazdım. Yenilme ihtimâlimin bulunduğu bir müsabakaya katılmaktansa paşa paşa yerimde oturmayı tercih ederim doğrusu. Fakat yalan söylemiş olmayayım; ikili güreşlerden söz ediyorum, herkesin birbirine girdiği boğuşmalara ben de katılıyordum tabi. Bir tarafın mağlup olsa bir tarafın galip geliyordu sonuçta.

     

    Ben hâriç odadaki bütün arkadaşlar güreş etmeye bayılıyorlardı.Bu arada benim de güreşmemi istiyorlardı. Özellikle de kilomdan dolayı, Durmuş Köker’le güreş etmem isteniyordu. Ama ben enayi miyim ya, benim mağlubiyetimle sonuçlanacağı kesinlikle belli bir güreşe katılıp da ağzımın tadını niçin kaçıracaktım ki...

     

    Bir gün baktım, diğerleri, battaniyelerin üzerinde boğuşmaya tutuşmuşlar... Ben de atladım üzerlerine.Fakat boğuşanlar aynı anda kenara çekilivermezler ve beni Durmuş ile baş başa bırakmazlar mı? Ben onların oyununa geldiğimi anlayıncaya kadar Durmuş da bir güreş oyunu uyguladı ve kendimi sırt üstü yerde buldum. İki ayrı oyuna gelmiştim. Ben ki yenilmekten ödü patlayan adam... Hâlimi anlayın artık. Düşünce mekanizmam istop etmişti. Yattığım yerden Durmuş’un suratına okkalı bir tokat patlattım! Herkes bu sonucu bekliyor olmalıydı ki (Durmuş dahil) onlar da kahkahaları patlattılar. Hayatımın ilk ve son güreşini yapmış ve yenilgiyi tatmıştım. Sonrasında Durmuş’la helâlleştik tabi.

     

    Yine bir gün çay içerken, Durmuş ile benim aramda bir şakalaşma başladı; çay kaşıklarımızı birbirimizin bardağına daldırıp “bir-sıfır, iki-bir, üç-iki...” diyerek iddialaşıyorduk. Derken, Durmuş zeytin çekirdeklerini benim bardağıma atıp bir zafer nidâsı çıkardı. Ben altta kalır mıyım; bardağımın dibindeki çay kalıntısını onun üzerine fırlatıp odadan kaçtım. Peşimden koşacağını düşünerek koridorda uzun süre bekledim. Fakat ne gelen var ne giden... Hayır, Durmuş asla altta kalmazdı! Şüphelendim, bir tahmin yürüttüm... Odaya döndüğümde tahminimin doğru çıktığını da gördüm. Durmuş, benim yatağımın başındaydı, sırıtıyordu. Vee... ben kapıdan girerken, yatağı işaret ederek; “Serdarrr!” dedi. Baktım. Yatağımın altından aşağıya kırmızı bir sıvı sızıyordu. Evet, demlikteki çayı, posasıyla birlikte yatağıma boşaltmıştı. Donup kaldım tabi. Ama daha sonra ne olduğunu bilmek ister misiniz:

     

    Yurtta sıcak sular, sabah, akşam ve bir de öğleyin akardı. Çamaşırlarımızı da o vakitlerde yıkıyorduk. Öncesinde de kaçak elektrik ocaklarına koyduğumuz tenekelerde beyazlarımızı kaynatıyor, yıkamaya hazır ediyorduk. Sabah ve akşamları bütün öğrenciler yurtta olduklarından dolayı büyük bir yoğunluk yaşandığı için, dersi boş veya durumu müsait olanlarımız, çamaşır yıkamak için öğle vakitlerini tercih ediyorduk.

     

    Bir sabah, Durmuş, hastaneye gitmeyeceğini çünkü öğleyin çamaşır yıkayacağını söyledi. Ben de okulu ektim, gitmedim o gün. Yatağımda kitap okuyarak, ders çalışarak oyalandım. Durmuş, elektrik ocağına su dolu tenekeyi koydu. İçine de beyaz çamaşırlarını. Sıcak suların akacağı vakit geldiğinde, beyazları iyice kaynamış idi. Önce plastik leğenini ve deterjanını alıp banyoların olduğu yere götürdü. Sonra gelip çamaşır kaynattığı tenekeyi alacaktı. O odadan çıkar çıkmaz hemen fırladım, dolabımdan mürekkep şişesini aldım. (Ben, dolmakalem denilen, mürekkep doldurularak kullanılan bir kalemle yazıyordum yazılarımı.) Çamaşırlarını kaynattığı tenekenin başına geçtim, şişenin kapağını açtım ve Durmuş’un gelmesini beklemeye başladım. Kapı açıldı... Ben; “Durmuşşş!” dedim ve o fal taşı gibi açılmış gözleriyle bakarken şişedeki mürekkebi kaynamış çamaşırlarının üzerine boşalttım. Kuş olup uçsa yetişemezdi. Beyaz çamaşırların ve Durmuş’un ne hâle geldiklerini tahmin edebilirsiniz. Yatağıma çay dökmesinin rövanşını almıştım.

     

    Durmuş altta kalmaz. İnatçıdır. Buna karşılık ben fark etmeden mutlaka bir şey yapmıştır. Belki de yapmamıştır, bilmiyorum. Fakat şunu iyi biliyorum: O yurt odasında böylesi şakalaşmaların yanı sıra sekiz arkadaş, birbirimizden çok iyi, çok doğru şeyler öğrendik. Dostluğu öğrendik, arkadaşlığı öğrendik, dayanışmayı öğrendik. Dürüstlüğü, kanaati, sabrı öğrendik. İnsan sevgisini, vatan sevgisini, dinimizi öğrendik. Bunlar, fakülte sıralarında kolay kolay öğrenilemeyecek şeylerdi.

     

    EĞİTİM ALINAN YERLER VE ÖĞRENCİ YURTLARI başlıklı bu yazımda iki anımı anlatmak vesilesiyle, üniversite yıllarında öğrencilerin pek çok şeyi, fakülteleri yanı sıra barındıkları yerlerden, yaşadıkları ortamlardan ve beraber oldukları arkadaşlardan öğrendiklerini dile getirmek istedim. Evet, öğrencilerin barındıkları yerler, içinde bulundukları arkadaş grupları, onların kişiliklerinin şekillenmesinde büyük önem arz etmektedir. Bizzat öğrenciler de anne babalar da bunu mutlaka göz önünde bulundurmalıdırlar. İstenir ve aranırsa çok iyi, çok doğru ortamlar bulunabilir. Tabi ön şart; namazda gözünüz varsa ezanda kulağınızın olmasıdır. Ben, anlatmaya çalıştığım ortamı hem kendim arzulamıştım hem de (Kendilerine dualar ediyorum.) beni yönlendirenler olmuştu. Sonuçta şansım da varmış, öğrenciliğim boyunca çok güzel bir ortamın parçası oldum. Şimdi, o yıllardaki kazanımlarımı düşündükçe şükürler ediyorum. Bana o güzel ortamı hazırlayanlara da dua ediyorum.

     

    Önceki yazımda, üniversite öğrencisi olan kızların barınma ortamlarına dikkat edilmesini vurgulamıştım. Bu yazımda ise gördüğünüz gibi kendimden örnek vererek erkek öğrencileri ele aldım. Erkek öğrenciler için de kaldıkları yurtlar, evler ve dahil oldukları arkadaş grupları çok önemlidir. Belki de öğrenim gördükleri fakültelerden daha önemlidir. Sonuçta yavrularımızı kaybetme riski söz konusu olabilmektedir. Değişen ahvâl ve şerâit muvacehesinde bu konu, dünden daha büyük önem arz etmektedir. Öğrenci yapısı, bizim edep normlarımıza göre maalesef olumsuz yönde büyük ölçüde değişmiştir bugün. Öğrenci yurtlarında esen hava da öyle. İletişim imkânlarındaki gelişmeler, çoğunlukla olumsuz yönde kullanılmaktadır. Kötü’ye ve kötülük’e ulaşmak, bir telefon, bir tuş kadar yakın ve çok kolaydır. Şer odakları, daha gelişmiş imkânlarla yavrularımızı bombardımana tutabilmektedirler. Kızlarımızı olduğu gibi erkek evlâtlarımızı da birer su testisine dönüştürmek ve onların su yolunda kırılmalarını sağlamaya çalışmakla meşguller. Her devirde olduğu gibi bugün de Z Kuşağı’nı özünden kopararak kendilerine benzetme gayreti içindedirler. Gençlerimiz için en büyük tehlikelerden biri, Batı’yı taklit hastalığıdır. Bakınız Bediüzzaman Hazretleri buna nasıl değinmiş:

    "Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır." “Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!” (Üstad Hazretlerinin burada bozuk ve menfi gösterdiği Avrupa’nın ikinci ve menfi yüzüdür. Diğer müspet yüzüne karşı bir düşmanlık ve nefret göstermek doğru olmaz.)

     

    Gençlerin akıllarından çok duygularının, temayüllerinin komutasında bulundukları delikanlılık dönemlerinde, mutlaka birilerinin onların ellerinden tutması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında anne babalara büyük sorumluluklar, büyük görevler düşmektedir ve çok da dikkatli olmaları gerekmektedir. Ancak bütün dejenarasyona, bütün bozulmaya karşın doğru ve iyi ortamlar vardır; arandığında bulunabilmektedir.Üniversite öğrencilerimizi Allah her türlü kötülükten ve kötülerin bütün şerlerinden muhafaza etsin. Vesselâm.

    R. Serdar Özmilli

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.