Vakit gece, kalem hasta, göz yorgun; Yazamadım, yazılmıyor.
Dilaver Cebeci
Hiç düşündün mü, bir gün bir kaplanla aynı sandalda kalmak zorunda olsan ne yapardın? Korkudan mı titrerdin, yoksa yalnızlıktan mı?
Pi’nin Yaşamı tam da bu soruyu sorduruyor insana. Kocaman, uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında küçücük bir salda... Bir yanda hayatta kalmaya çalışan bir genç, diğer yanda ise Richard Parker isimli koca bir Bengal kaplanı. Düşünsene, seni bir hamlede öldürebilecek bir canavarla günlerini, aylarını geçiriyorsun. Ama işin en tuhafı şu: O kaplan aslında seni hayatta tutuyor.
Pi için Richard Parker, sadece bir tehdit değil. Aynı zamanda bir amaç, bir görev, bir yoldaş. Çünkü insan yalnızken tuhaf şeyler olur zihninde. Her şey sessizleşir. Rüzgâr bile sanki kulağına daha içten fısıldar. Ve bu sessizlik, seni içindeki karanlıkla baş başa bırakır. İşte o an, bir canavar bile olsa bir başkasının varlığına tutunursun. Çünkü seni çıldırtacak olan şey, kaplan değil, yalnızlıktır.
Arthur Schopenhauer şöyle der: “İnsan ancak yalnız olduğu sürece kendisi olabilir; ve eğer yalnızlığı sevmezse, özgürlüğü de sevmez; çünkü insan ancak yalnızken gerçekten özgürdür.”
Pi’nin yolculuğu da biraz böyle. Yalnızlık, onu kendine dönmeye zorladı. O okyanusun ortasında, bir yandan kendisiyle yüzleşti, diğer yandan ise Richard Parker’a tutundu. Çünkü o yalnızlığın içinde tamamen kendiyle kalmak, özgürlük kadar ürkütücüydü belki de.
Filmi izlerken şunu düşündüm: Pi, o kaplanın ölmesini istemedi. Belki de korktuğundan değil. Çünkü eğer o kaplan ölseydi, artık konuşacak, göz göze gelecek, hayatta kalmak için mücadele edecek hiçbir şeyi kalmayacaktı. Kaplan, bir anlamda Pi’nin hayatta kalma bahanesiydi. Ona bakmak, onu kontrol altında tutmak, onunla mesafe kurmak… Tüm bunlar Pi'ye yaşamaya devam etme nedeni verdi.
Soren Kierkegaard bir yerde şöyle der: “Hayat, geriye bakılarak anlaşılır, ama ileriye bakılarak yaşanır.”
Pi’nin yolculuğu da böyleydi. O anlarda neden yaşadığını bilemedi belki. Ama ileriye, sadece bir gün daha yaşamaya odaklandı. Ve geriye baktığında, Richard Parker’ın onun hayatındaki yerini, ona ne kattığını anlayabildi.
Bazen biz de aynısını yapmıyor muyuz? Hayatımıza zarar verdiğini bildiğimiz insanları, alışkanlıkları ya da anıları, sırf onların yokluğuyla baş edemeyiz diye tutmuyor muyuz yanımızda? Belki onlar da bizim Richard Parker’ımızdır. Tehlikeli, evet. Korkutucu, evet. Ama aynı zamanda o ıssızlığın içinde tek tanıdık ses. Tolstoy, Savaş ve Barış’ta şöyle der: “En güçlü savaşçılar şunlardır: Zaman ve Sabır.”
Pi’nin savaşı da tam olarak buydu. Her geçen gün biraz daha az yiyecek, biraz daha fazla fırtına… Ama sabretti. Çünkü sabır, bazen umut gibi görünmese de yaşamanın başka bir biçimidir. Pi sabretti, bekledi ve zamanla hayatta kaldı.
Pi’nin Yaşamı, hayatta kalmak için sadece yemek, su, barınak değil; anlam da gerektiğini hatırlatıyor bize. O anlam bazen çok garip yerlerden gelir. Bir kaplandan bile.
Ve film biterken, Richard Parker’ın ormana dönüp, Pi’ye arkasını bile dönmeden gitmesine çok üzülmüştüm. Belki de en büyük yalnızlık, insanın paylaştığı bir yolculuktan sonra vedalaşmadan ayrılınmasıdır. O kaplan bir hayvan değil, Pi’nin kendi içindeki korkunun, cesaretin, inancın bir yansımasıydı. Ve biz de izlerken kendimizi düşündük: Bizim içimizdeki Richard Parker kim?