Geçenlerde “Gençlik ve Gelecek” başlıklı yazımı yazarken iş ve iş bulma konusunda kızımın da içinde olduğu durumla alakalı olarak yazdıklarımı ona okudum. Bunun üzerine “Baba, ev gencini yazmalısın!” dedi.
Kelime olarak belki çokça duyup geçtiğimiz ama sosyolojik bir kavram olarak üzerinde pek durmadığımız bu konuya yönelme, onu araştırma ihtiyacı hissettim. Bu yazı, o bağlamdaki araştırmalarımın sonucunda ortaya çıktı. Böylece, ben de derin bir sosyal olgu hâline gelmiş olan “ev gençleri”ni daha yakından tanımış oldum.
İnsan, toplumsal bir varlıktır ve o toplumsal yapının en küçük dilimi ailedir, evdir. Aile/ev dediğimiz çekirdek, günümüz şartlarında anne, baba ve çocuklardan oluşmaktadır. Dünyanın her yerinde aile fertleri asgari düzeyde aynıdır: Anne, baba ve çocuklar.
Çocukluk devresinden gençlik devresine geçişle birlikte birey olma sorumluluğunu da üstlenmeye başlayan genç, toplumların farklı yapısal özelliklerine göre bir süre daha evde kalmaya devam eder. Bu; evlenmeye, hayatını kazanabilecek düzeyde bir işe sahip olana kadar devam eder. Bundan sonra o, birey olarak toplumda ayrı bir halka oluşturmaya adaydır veya bunun başlangıcındadır.
Bütün bunlar, her zaman olup biten, genel geçer şeylerdir; bunda yeni bir durum yoktur. Peki, yeni bir fiili durum olarak “ev genci” nedir, bu kavram bize ne söyler, ondan neler anlamalıyız?
Bugün için, yaşları kırk beşin üzerinde olanlar bilirler ki eskiden çocuklar oyunlarını sokaklarda oynardı. Bilhassa seksen öncesi gençlik, hep sokaktaydı ve o, sokağın sesini taşıyordu. Gençlikten yankılanan ses sokağın sesiydi. Onlar sokaktaydılar ama yanlış tavır ve hareketleri var olsa da hakkın, hakikatin ve özgürlüğün gür sesiydiler.
Günümüz şartlarında çocuklarımız ve gençlerimiz bilhassa şu dijital çağda oyunlarını evde oynuyor, birçok sosyal iletişimlerini sosyal medya ve diğer mecralarla sanal ortamlarda sağlıyor. Sosyal çevrelerini o mecralarla örüyor. Hayatlarını, geleceğini o mecralardan kazanmada başarılı olanlar yok mu, elbette var. Ancak bu da ayrı bir çaba, gayret ve yetenek gerektiriyor; her ev gencinin burada başarılı olması, geleceğini kazanması söz konusu değil.
İşin bir de siyasi ve idari yanı var ki problemin kaynağını da burası oluşturuyor: Toplumu, ülkeyi, devleti evrensel hukuk, anayasa ve yasalar çerçevesinde hakkaniyetli ve adil bir söylemle iktidara gelen siyasilerin bu ilkelerden saparak sosyolojik gerçeklere aykırı bir biçimde toplumu oluşturan fertlerin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını yanlış düzenlemelerle karşılamaya çalışmaları problemin çözümü yerine, gitgide büyüyerek derinleşmesine sebep oluyor.
Hukuk, eğitim, sağlık, ekonomi ve idari yapılanmalar çerçevesinde alınan kararların problem çözmekten çok, yeni problemlerin kaynağını oluşturmada bire bir ve toplum gerçeklerinden çok uzak oluşu sebebiyle toplumun genç fertleri âdeta bir çıkmaza sürüklenmiş vaziyettedir. Siyasi idarenin almış olduğu günübirlik hedeflere yönelik kararlar günü kurtarmış olsa da gençlerin uzun vadede geleceği üzerine karabasan gibi çökmüş vaziyettedir.
İşin üzerine sadece ortaya konan eğitim tarzı ve okullaşma yönetimi açısından bakıldığında bile durumun çok vahim olduğu görülecektir: Öncelikle eğitim sisteminde zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılmış olması, 4+4+4 şeklindeki garabet ile üniversite önündeki yığılmaların azaltılmasına yönelik liselerin 4 yıla çıkarılması, işi eğitimde kaliteden ziyade sadece şehir esnaflarının kazanması bağlamında ele alarak “her ile bir üniversite” ile gereksiz bölümlere ihtiyaç fazlası kontenjanlar vererek ülkede vasıfsız ve hayatta iş bulma adına karşılığı olmayan bölümlerin açılması ve mezun vermesi ile üniversite mezunu işsizler ordusunun oluşmasına sebep olunmuştur. Böylece problemler filiz vermeye başlamıştır.
Liseden mezun olan bile bir yerde çırak durup meslek edinmede sıkıntı yaşarken ilk gençlik yıllarını geride bırakmış, işsizlikten dolayı evde kalmaya maruz kalmış gençler hayatlarını kazanma adına neye, nasıl tutunacaklar? Neye tutunup da ne zaman ve nasıl yuva kurarak mutlu olacaklar? Öğrenciler, üniversite giriş sınavında çok popüler olan bölümünü dört yıl sonrasında mezun olduklarında o popülerliğin çoktan sönüp gittiğini, tercih edip kazandığı, yıllarını vererek okuduğu bölümün bir işe yaramadığını görüyor ve içten içe kahroluyor.
Kamusal alanda personel alımlarının hem kısıtlı hem de hukuk ve adaletten uzak bir şekilde gerek şahsi gerekse siyasi torpille yapılıyor olması nice genç hayattan umut keserek yaşamına son verme noktasına sürüklenmiş olmasına gün geçtikçe daha sık rastlıyoruz. Ülkeyi idare edenler bunları hiç mi duymuyor, bu yaşanan elim olaylardan hiç mi haberleri olmuyor?
Yaşanan bu tür sıkıntıların başlıca sebebi elbette ekonomik yapıdır, o da siyasi irade ve idareyle ilişkilidir. Bugün ülkemizde genç işsizliği, genel işsizlik oranının çok çok üzerinde. Üniversite mezunu olmak, artık ne yazık ki iş sahibi olmak anlamına gelmiyor. Gençler, yıllar süren eğitimin sonunda düşük ücretli, güvencesiz işler dışında alanında gönül rahatlığı ile çalışabilecekleri bir seçenekle karşılaşmıyor. İşsizlik bir noktada, yalnızca gelir kaybı değil; kimlik kaybına dönüşüyor. Gençler kendini “başaramamış” hissediyor ve bu durum, gençlerin psikolojik olarak çöküntü yaşamalarına, intiharlar ederek hayattan kopmalarına sebep olabiliyor.
Kamuda iş/kadrosuzlukla karşı karşıya kalan gençler, ekonominin altüst olması ile özel sektörde de hayatını sürdürmeye yetecek maaş ile iş bulma imkânından uzaklar ve bu, gitgide yok derecesine ulaşma eğiliminde. Sokak röportajlarında öyle havalı havalı konuşup bunlar iş beğenmiyorlar türünde laflar edenlerin saat/ücret karşılığı olarak gençlere ne verildiğini ya bilmiyorlar veya hiç söylemiyorlar. Dört yıllık lisans eğitiminden sonra özel öğretim kurumlarında işe başlayacak veya üç dört yıllık tecrübeye sahip bir öğretmene asgari ücret düzeyinde bile maaş vermeyen bir sistem gençleri nasıl mutlu edecek, o genç nasıl çalışacak böyle bir işte? Öte yandan başlangıçta, henüz alanında tecrübe sahibi olmayan ama asgari ücretin üzerinde maaş bekleyen, piyasadan habersiz gençlerin varlığı da ayrı bir problem.
Bilgisayar, internet ve teknoloji ile birlikte dijitalleşmenin getirdiği yapay doyum da gençleri ev genci olmaya iten sebeplerden. O, gerçek hayatta başaramadığını sanal dünyada başarmanın yollarını arıyor. Sosyal medya, dijital oyunlar, çevrim içi topluluklar, bir tür ikame dünya sunuyor. Gerçek dünyada yer bulamayan genç, dijitalde bir avatar oluyor.
Yaşanan bu olumsuzlukların pandemi gerçeği de tuzu biberi oldu… Evde kalmanın zorunluluk olduğu dönemler, birçok gençte sosyal izolasyonu normalleştirdi. Okullar kapandı, sosyalleşme azaldı. Bazıları o yalnızlığın içinden bir daha çıkamadı. Hayat, artık odalarının sınırında, içinde akar hâle geldi. Öte yandan fiziki ortamlarda sosyalleşmesini gerçekleştiremeyen gençlerin iş ve sosyal çevre edinebilmeleri de söz konusu olamamaktadır
Ev genci olmak asla bir tercih değil, üzerine basa basa söylemeliyim ki bir sonuçtur. Sessizliğin, umutsuzluğun ve sistemin açmazlarının tabii bir sonucudur. Bu gençler, sadece evde kalmıyor; hayattan da uzaklaşıyor. Onları anlamak, yargılamaktan daha çok şey kazandırır bize.
Unutmayalım, gençliğini kaybeden bir toplum, geleceğini de kaybeder. Belki şimdi, onları evden çıkarmanın yollarını konuşma zamanı… Bunun evleviyetle sorumluluğu siyasi iktidarın omuzlarındadır, ellerini çabuk tutmalılar… Yoksa bayramlar bayram olmaktan çoktan çıkmıştır. Aile fertlerinin mutlu bir şekilde bir araya gelip buluşamadığı bayramların neresi bayramdır, neresi mutluluktur?.. Vesselam!..
***
Not: Kıymetli okurlarımızın Kurban Bayramı’nı en kalbi duygularımla kutlar; bayramın gerek ekonomik gerekse siyasi anlamda türlü hayırlara, gerçekten de bayram gibi bayram yapacağımız günlere vesile olmasını dilerim.