Yaklaşık bir buçuk aydır yazı yazabilmiş, okurlarımıza taze bir sözle seslenebilmiş değilim. Ramazan ayının ortasından bu yana, hastanelerde, dünya hayatının faniliği üzerinde gözlem yapma imkânı buldum. Bu dünyaya geliş sebeplerimizden annemizin sağlığının düzene girmesi yolunda fiili ve kavli dualarımız ile seferber olduğumuz bir süreç yaşadık. Bu süreçle birlikte, Yunus Emre’nin “Bilirim seni yalan dünyasın … Kaç kez boşaldın, kaç defa doldun,/Ahir bizden de kalan dünyasın.” dediği gerçekle yüz yüze geldik. Bu acıları daha önce yaşayanları gördük, sonra o acı bizim yüreklerimizde, ruhumuzda kök salarak yeşerdi… derken topraktan gelip toprağa gideceğimiz hakikatini “hakkalyakin” görüp bilmiş ve yaşayarak anlamış olduk.
Annemle son görüşmem
Bir önceki gün (9 Nisan) Koroner Yoğun Bakım ünitesindeydi annem. 10 Nisan günü doktorumuzun bilgilendirmesi sonrası ikinci kattaki üniteye çıktım, içeri girmek için zile bastım. Annemin ismini söyleyerek “Oğluyum.” dedim. Dediler ki Emine teyze burada değil, aşağıda, Genel Yoğun Bakım ünitesinde. Kendi kendime; “Allah Allah,” dedim, “Bana söylenmemişti bu!”. Neyse ki indim eksi bire. İçeriye, henüz ziyaretçi almaya başlamışlar. Bilgilendirme odasındaki Hemşire Hanım’a “Annemim buraya geldiğini söylemediniz!” dedim. O da “Siz ilaçlarını sorduğunuz sıralarda söylemiştim, ama farkında olmamışsınızdır.” dedi.
Her ne ise gerekli hijyenik işlemlerden sonra içeriye, annemin yanına girdim; annem biraz uyuyor gibiydi. “Anne, uyuyor musun?..” dedim. Hayır, anlamında başını kaldırdı. Dedim “Beni tanıdın mı, ben kimim?” Önce anlamadı sandım, tekrar seslice sordum; her zamanki gibi gür sayılabilecek bir ses tonuyla söyledi adımı. Yemek yiyip yemediğini sordum, acıktığını söyledi… Hemşire Hanım’a dedim ki “Annem acıkmış!..” Hemşire Hanım, annemin verilenleri yutamadığını, birkaç kaşık ancak yedirebildiklerini söyledi. Evet, doğru söylüyordu, biz verdiğimizde de durum öyleydi, suyu bile yutmakta zorlanıyordu. Burundan beslediklerini az önce Doktor Bey de söylemişti. Anneme, dünkü yerinde bulamadığımı kastederek “Seni gökte ararken yerde buldum!..” dedim. Çok kısa olan yoğun bakım ziyaretinin sonunda, “Anne, bir şey istiyor musun?” dedim. Bir şeyler söyledi, iki kez tekrar ettirdim ama ne yazık ki ne söylediğini bir türlü anlayamadım!..
Öğleye doğru kardeşimi hastaneden aramışlar, annemin durumunun biraz kötüleştiğini, hastaneye kadar gelmemiz gerektiğini bildirmişler. Ben zaten hastaneye doğru gidiyordum. Kardeşim Durmuş, beni aradı. Ben de annemin yattığı Özel Cerrahi Hastanesine yakın bir yerdeki Üniversite durağında olduğumu söyledim, geldiler birlikte hastaneye vardır. Beş on dakika sonra Doktor Deniz Hanım geldi. Bir gün öncesi entübe edilmesinden bu yana yapılan işlem ve müdahaleleri bir bir anlattı. En son olarak dünya ile bağı koparan o cümleyi kurdu: Emine teyzenin kalbi yetmedi!.. O anda göz pınarlarımız bendini yıkan barajlar gibiydi… Doktor Deniz Hanım, bütün samimiyetiyle önce bana, sonra kardeşime ayrı ayrı sabır ve metanet dilekleriyle sarıldı, gözyaşlarımıza söz geçirmek mümkün değildi… Hep birlikte ağladık!.. Doktor Deniz Ekren Hanım’a, bu samimiyeti dolayısıyla çok teşekkür ediyorum. Filmlerdeki gibi, soğuk bir “Başınız sağ olsun!” sözü ile geçiştirmediği için!.. Hastayla ve hasta yakının hâli ve duygularıyla hemhâl olduğu için.
Bu görüşmenin dünya gözüyle son görüşmemiz olduğunu nereden bilebilirdim?.. Ve yaşama umudunu, umudumuzu devam ettirmesi sevincimden hareketle söylediğim o sözün ertesi gün tersiyle vuku bulacağını, yerde olan annemin ruhu bu dünya âleminden mübarek cuma gününün eşref saatinde kanatlanarak uçup gideceğini?... Evet, ölüm, “vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.” Hayattaki vazifelerin, dünya külfetinin, faniliğin son bulmasıdır. Bu son buluş, kayıtlara şöyle geçti: 11 Nisan Cuma saat: 12.45…
Ertesi gün, 12 Nisan günü, naaşını hastaneden alıp köye dönerken yolda şunları yazabildim: “Dün her taraf bizimdi, bugün her yer yabancı. Dün rahatlıkla girip çıktığım, eşyasını kullandığım evler, meyvesini yediğim bahçeler şimdi birer harım çekilmiş, sınır çekilmiş… Geniş bir ufuk vardı, şimdi her yer daracık. İçten içe könüyen bir kalp, içten içe bulgur bulgur kaynayan bir göz. Işıl ışıl göklere bakan bir göz… Gördüklerin öyle güzel ki kapatmamışsın hiç gözlerini. Kalabalıklar içinde yapayalnız bir zihin. Koskoca bir bütündük yüreğim, altı parçaya bölündük yüreğim; anne öldü mü ihtiyarlar çocuk, annem öldü yarım asır yaşlandım. (…) Annem çiçekli bir bahar dalıydı, biz meyveleriydik o dalların!..”
Öğle namazını müteakip köyümüzün merkezindeki camide cenaze namazı kılındı ve ardından Aşağıki Mezarlık’ta metfun bulunan merhum babamızın yanına; okunan sureler, edilen dualar eşliğinde annemin naaşını toprağa emanet ettik. Babamın cenazesine ben ve en küçük kardeşim Hasan yetişememiştik. İşte şimdi ikimiz o annemin ayak ucunda ben baş ucunda olarak naaşını ellerimizle toprağa veriyorduk. Mezardaki tahta koyma işlemlerini ben yaptım. Sonrasında toprak atmalar esnasında çobanlık yıllarımızda tahtadan çömende yattığımız günleri hatırlatırcasına “Anne, bak, çömenini de yapıverdim.” dedim içimden. Dedim ama bu içimi daha da kônüttü, gözlerimin yaşını daha da akıttı…
Annemden beden olarak geriye, sadece bu “dünya elbisesi” olan naaşı kalmıştı, ertesi gün onu da dünyaya, toprağa verdik. Elbette yaşanmışlıkları, yaşadıkları, yaşadıklarımız, yaşanmışlıklarımız … onlar baki!.. Onlar her daim bizimle ve amel defterlerimizde!...
***
Annem bu dünyanın zahmetinden, imtihanından kurtuldu, dünya göçünü sardı da gitti; ruhunun ufkuna mübarek bir günün mübarek saatinde, eşref saatte, yürüdü: “Yüce Dost’a” ulaştı inşallah!.. Rabbim annemi, babamı ve bilcümle geçmişlerimizi merhametiyle yarlığasın, rahmetiyle karşılasın, varsa taksiratları affeylesin. Biz onlardan memnunuz; bize en çok ihtiyaç duydukları bir zamanda bizlere okuma izni, müsaadesi vermemiş olsaydılar eğitim öğretim dünyasına adım atamaz, güzel insanlarla bir ve beraber olamazdık. Mekânları cennet, makamları âli olsun inşallah!..