|   | 
  •  

     

     

     

     

     

     

     

    {NUTİZM VE NUTİSTLER-20}

    EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!) 

    Talebeliğim boyunca “talep” kavramı üzerinde düşünüp durmuşumdur. Talebeydim ya.  “Talebe= talep eden, tâlip olan”. Demek ki, talebe dediğin, ihtiyaç duyduğu sütü emmek için anasının memesine yapışan yavru gibidir. Öğretmen ise; yavrusunun ihtiyacından haberdarmışçasına sevk-i ilâhî ile memelerini sütle dolduran ana rolünü oynamaktadır. 

    Peki, “Önce talep sahnede boy gösterir ve hemen sonrasında bu talebi karşılamak üzere de arz ortaya çıkar.” diye düşünebilir miyiz? Yoksa “talep’ten önce arz’ın hazır beklediğini” mi düşünmeliyiz? Yani yavru, süt arz edildiği için mi onu talep eder, yoksa yavrunun böyle bir talebi bulunduğu için mi anası sütü arz eder? Yani öğretmenler mi öğretmek için talebelerden önce hazır beklemektedirler yoksa öğrenciler öğrenmek istedikleri için mi öğretmenler buna bağlı olarak kolları sıvamağa başlamaktadırlar? Aslında öyle ya da böyle, arz ve talep arasında bir senkronizasyon olduğu açıkça ortadadır. Tavuk, yumurtadan; yumurta, tavuktan...

    Arz-talep konusunun, (doğal hayatın olduğu gibi) toplumsal hayatın da temel mekanizmalarından biri olduğu açıkça ortadadır, değil mi? İster maddî anlamda, ister manevî anlamda arz-talep çarkı dönüp durmaktadır. Sizin ekmek talebiniz vardır, fırıncılar ekmek arzında bulunmaktadırlar. Ekmek talebi ortadan kalkmış olsa, ihtimaldir ki fırınlar kapanır. Kunduracılar ayakkabı üretip arz etmektedirler, siz de onların arzını ayakkabı talebinizle buluşturmaktasınızdır. Size ayakkabı arz edenler olmazsa siz de talebinizden vazgeçer misiniz acaba? Ya da ayakkabı talebinizi başka yollardan karşılamaya mı çalışırsınız? Bu gibi soruların cevabı, arz talep ilişkilerine anlam ve açıklık getirebilir. Arz-talep; tarımın konusudur, sanayinin konusudur, ticaretin konusudur, ulaşımın konusudur, iletişimin konusudur. Hukukun konusudur, eğitimin konusudur, bilimin konusudur. Doğru bulur musunuz bilmem; ruhun konusudur, ahlâkın ve cinselliğin de konusudur.

    Talep eden, talebini ortaya koyar; karşılığında bedel ödemeye hazır olduğunu da ifade edebilir. Arz eden de arzını bir şekilde ortaya koyar ve karşılığında da bir bedel bekliyor olabilir. Arzın da talebin de meşru olanı ya da gayr-i meşru olanı vardır. Alkışlanacak uygulamalarda da yuhalanılacak uygulamalarda da arz ve talep ilişkisi çıkmaktadır karşımıza. Bitkilerin güneşin altında boyunlarını büktükleri, “Suuu! Bir damla su!” diye kıvrandıkları hengâmda, savaş meydanlarındaki sakalar gibi bir bulut ana gelir ve onlara semâdan âb-ı hayat arz etmeye başlar. Yavru kuşlar, acıkmış, acziyet içinde ciyaklarken anne baba kuşlar, kanat çırpa çırpa yetişir ve kursaklarındaki mamayı arz ederler. Hiçbir şeye gücü yetmeyen ihtiyarın imdadına bir yiğit insan yetişir ve onun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için seferber olur. Talep ve arz. İlim öğrenme talebi karşısında, öğretme arzında olanlar mutlaka bulunacaktır. Çalışma talebi karşısında, iş imkânı arz edenler bulunacaktır. Öte yandan, kiralık katillere ihtiyaç (talep) duyulan bir ortamda, bu hizmeti arz eden kiralık katiller de boy gösterirler doğal olarak. Alkollü içki talebinin olduğu bir yerde elbette onu üretenler ve satanlar da çıkar karşımıza. Siz, “İhtiyacım olan şu kadar parayı bana belirli bir süreliğine ver; ben sana günü geldiğinde şu kadar fazlasıyla geri ödeyeyim.” talebinde bulunursanız, birileri de “İhtiyacın olan parayı veririm ama karşılığında şu kadar fâiz isterim.” diyerek size bu imkânı arz ederler.

    Arz-talep konusunda bir şeyler yazmak fikri, işte bu “fâiz alma-verme ilişkisi”ni düşünürken geldi aklıma. Fâiz, İslâmiyet’e göre haramdır, yasaklanan bir iştigaldir. Oysa hepiniz görüp duruyorsunuz ki özellikle günümüzde, istemeyerek de olsa fâize bulaşmayanımız, neredeyse yok gibidir. Yine acı bir gerçek; fâiz, maalesef devletin de en yaygın enstrümanlarından biridir. Devlet eliyle resmiyet ve sanki meşruiyet kazanmıştır toplumumuzda. Çünkü devlet çarkı da fâiz pisliğiyle dönmektedir. Ama sorsalar, toplumumuzu oluşturan bireylerin çoğu “Elhamdulillah Müslümanım.” demektedir. Bu ne perhiz, ne lahana turşusudur! Ne utanç verici, ne haysiyet kırıcı bir durumdur bu! 

    Peki fâiz bir suç ise, sorumlusu, sorumluları kim(ler)dir? Talep edenler var. Arz edenler var. Maalesef bu cürmü tecviz eden ve kanunlarla kurumsallaştıran devlet de var. Sorumluyu, suçluyu bulmak gerekir ki kurtulma çareleri aransın, kurtulma yolları bulunsun. Sütle dolan meme mi suçlu, süt emmek için öyle bir memeyi talep eden yavru mu suçlu? Yoksa o memeyi, emecek olanın ağzına tutuşturan mı? Hepsi suçluysa ilk suçlu hangisidir, en suçlusu hangisidir? Burada arz-talep ilişkisiyle ilgili aklıma takılan çetrefil bir durum var: Adam, eline almış bir tomar para; “Yok mu bu paramı kullanıp bana fâiz verecek olan birileri?” diye bağırıyor. Şimdi bu adam arz mı etmiş oluyor, talep mi etmiş oluyor? Tersine başka bir adam da “Yok mu bana istediğim miktar parayı verip de fâizini almak isteyen birileri?” diye bağırıyor. Aynı soruya burada da takılıyorum: Bağıran adam arz mı etmiş oluyor, talep mi? Beni aydınlatırsanız müteşekkir olurum. 

    Ben insanlara alıcı gözüyle bakıyorum; öncelikle inancımız ve din bilgimiz çok zayıf. Sonrasında çoğumuz, nefislerimizin, zaaflarımızın esiri olmaya fazlasıyla iştahlıyız. Ne Allah’ın buyruklarını ne âhireti önemseyen var. Terlemeden kazanma eğilimi, çoğumuzda mevcut. Kazanalım da dinmiş, ahlâkmış hiç önemli değil. Kendilerine böyle risksiz ve terlemeden kazanç sağlayacak imkânları, fırsatları, ARZları fellik fellik arıyor, TALEP ediyor insanlar. Bilmeyenleriniz bana inanmayabilirler ama o bizim câhil, saf sandığımız köylüler bile başlarında kasketleri, kıçlarında şalvarları, banka banka dolaşıyor ve en yüksek fâiz veren programların peşinde koşuyorlar. Böyle köylüleri İzmir’de, Aydın’da, Denizli’de, Uşak’ta, Manisa’daki banka şubelerinde çok gördüm ben. Oralarda görev yaptım çünkü. Eh, böylesine yana yakıla talebin olduğu yerde de fırsat kollayan arzcıların boy göstermemeleri düşünülemez doğal olarak. Hele cürmün düzenleyicisi de devlet olunca ve o cürmü işlemek devlet güvencesiyle gerçekleşecekse... Câhil köylülerimiz bile böyleyken, iş adamlarına, işletme sahiplerine, hele hele müteahhitlere falan bakmaya hiç gerek yoktur, değil mi? {Hâ! Atlamayalım: Şayet bu iş, el altından yapar, devlete vergi vermezseniz o zaman en ağır suç(!) kapsamına girer. Çelişkiye bakar mısınız!}

    Fuhuş konusu da bundan pek farklı değil. O özgürlüğü neticesiyle anlayan, neticesiyle uygulayan ve kendilerini ilerici diye tanımlayan elit tabaka içindeki, hem de suç sayılmayan iğrenç ilişkilerden söz edecek değilim. O ilişkiler, asparagas medyada, filmlerde, dizilerde birer marifet olarak sunulmakta ve toplumun böğrüne hançer saplayıp durmaktadır. Ben bakışlarımı, genel olarak vatandaşlara çevirdiğimde de ürperiyorum. Öyle ki “Şüpheyle bakmadığım insan kalmadı artık.” desem hâlet-i ruhiyemi abartmış sayılmam. Gerçi acı gerçekleri bilmemek bir bakıma iyidir ama keşke elimizde gerçek istatistikî bilgiler olsa. Ülkemizde, içinde kadın çalıştırılan, konsomasyon yapılan kaç bar, pavyon, taverna, gazino, eğlence mekânı var acaba? Ve böyle mekânlarda kaç kadın çalışıyor acaba? (Yalnızca kadınlar olsa...) Resmî olan, olmayan randevu evleri? Genelevler (Haydi tam Türkçe karşılığını söylemeyeyim.)... Resmîler, gayriresmîler... toplamda kaç fâhişemizin olduğunu bilsek, acaba çıldırır mıyız? Bunlar hep ARZı mı temsil ediyor? Arzın böylesine devâsâ boyutlarda olduğu yerde, ondan kat kat fazla TALEBin bulunduğu belli değil midir? Aslında, tâlip olan mücrim erkeklerin sayılarını, yani talebin boyutlarını öğrensek binlerce defa çıldırmamız gerekir herhalde. “Alan râzı, satan râzı...” deyip geçmek mi lâzım, bilemiyorum. Peki ya devletin, (aynen fâiz konusunda olduğu gibi) zinâ ve fuhuş konusundaki rolüne ne demeli! Aklım almıyor. 

    Yazımı okuyanlardan biri acı acı gülüyor bakın. Ve diyor ki; “Hocam, sen çok gerilerde kalmışsın. Sayıp döktüğün şeyleri konuşmaya bile gerek yok artık. Çünkü zinâ bizi baştan aşağı kuşatmış durumdadır bugün. Otellerde, günlük kiralanan apartlarda, taşıtlarda, parklarda, çarşılarda, sokaklarda... her yerde. İşte o kadar da arz eden var, işte o kadar da talep eden var. Zinâ da serbest, (vergilendirilmiş) fuhuş da.

    Kendisine cevap vermiyorum. “Fuhuş” ile “zinâ”nın farklı şeyler olduğunu ve ikisini beraberce düşünürsek karşımıza uçsuz bucaksız bir cehennemin çıkacağını söyleyerek kapatıyorum. 

    ARZ-TALEP dedik, konu fâize, içkiye, kumara, zinâya, rüşvete, iltimasa, torpile, hırsızlığa ve benzeri cürümlere gelince söz bitti, koskoca bir açmaza girdik! Eskiden, gayrimüslimlerde gördüğümüz ve onlara yakıştırdığımız bu arzların, bu taleplerin hepsi, kafa kâğıdında “İslâm” yazan bizleri de baştan ayağa kuşatmış vaziyettedir. Allah bilir ama kıyametin ayak sesleri de duyulmaktadır. En sevmediğim sözü söylemek zorundayım: “Yapacak bir şey yok.

    Hayır, yapılacak (en azından) bir şey var: Hepimiz kendimizi sağdan hizaya sokalım ve çoluğumuza, çocuğumuza sahip olalım. Kötülüğü talep etme musibetinden de kötülüğün sıçraması musibetinden de paçamızı kurtarmaya çalışalım. Vesselâm.

     

    ŞERRİN TALEBİNE DE ARZINA DA hayır. 

     

    R. Serdar Özmilli

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.