|   | 
  • Kiralık Kalem (Satılık Değil Ama)

    Biraz Daha Okuyaydın Da Köy İmamı Olaydın, Olma Mıydı Evladım?

     

    Yıl 1981 veya 1982. İzmir’de bir dershanede çalışıyorum. Kaynaklar Köyü’nde misafirlikteyiz. (O zamanlar köy idi.) Şimdilerde varlıklı adamların süper villalar yaptıkları, Buca’ya 13 km. mesafede, Nif Dağı’nın kucağında bir Cennet köşesi kadar güzel Kaynaklar Köyü’nde. Köy kahvesinde köyün öğretmeniyle (veya öğretmenlerinden birisiyle) tanıştırıldım. Öğretmen Bey, karşısındakiyle tavla oynuyor. Bir yandan da sohbet ediyoruz. Ne sohbet ama… Yalnızca dert yanıyor, durumundan şikâyet ediyor beyfendi. Öğretmenliğin sıkıntıları, işin ağır oluşu, öğretmenlerin mahrumiyetleri, yoksullukları… Fazla konuşmuyor, sükut ediyorum. Ben de öğretmenim ya, bir ara zarları atarken şu zırva dökülüyor arkadaşın ağzından:

     

    “Valla hocam, (Rakamı yanlış hatırlıyor olabilirim.) on bin liralık çalışıyorum, on bin liralık iş yapıyorum.” (O sıralar öğretmen maaşı o kadardı demek ki.)

     

    Benimse başımdan kaynar sular dökülüyor. Bre alçak! Seni zorla tutup da bu işi yaptıran mı var? Çek git, belki on bin lira aldığı halde yirmi bin liralık iş yapacak bir adem gelir yerine. Ki bunu yapan, yapmakta olan pek çok yiğit oğlu yiğit var. Paraya tapıyordun madem, kıçını sıkaydın da daha çok para kazanacağın bir meslek edineydin. Ve ey zâlim, senin devletle kavgan var madem, bunun acısını masum yavrulardan mı çıkarman gerekir?.. Bir cennet bahçesinde çalıştırılıyorsun, gariban köylülerden de zeytindi, peynirdi, süttü, yoğurttu, kim bilir ne hediyeler alıyorsun…

     

    Bilmiyorum o gün bunların hepsini söyleme nezaketsizliğini(!) gösterebildim mi ama en azından susmadığımı hatırlıyorum. Size sorayım şimdi: Devlet öğretmen seçmede yanlışlıklar yapıyor mu yapmıyor mu? Öğretmenler arasında bir seleksiyon uygulanıyor mu uygulanmıyor mu? Ve yani bu ayı, öğretmen olmaya lâyık mı? Koca Âkif’in mısralarını hatırlayalım isterseniz. Tam vaktidir sanırım:

     

    “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

    Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

    Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın

    Ne irfanın kalır te’siri kat’iyyen ne de vicdanın.

    Hayat artık behîmîdir… Hayır ondan da alçaktır;

    Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.”

     

    Ahlâk yüksekliği, güzelliği, irfandan ve vicdandan kaynaklanmaz. İnsanlardaki fazilet duygusunun kaynağı, Allah korkusudur. Allah korkusu yüreklerden çekilirse (çekilmişse) irfan da vicdan da bir işe yaramaz. O durumda hayat, (yüce değerlerini yitirmiş) yalnızca hayvanlarınki gibi, hayvanca bir hayattır. Hayır, ondan daha alçakça bir niteliğe bürünmüştür…

     

    İrfan: Bilme, biliş, anlayış. Fazîlet: Erdem, bilgi, hüner, iyi ahlâk. Behîmî: Hayvanca, hayvan gibi.

     

    Aydın Nazilli’de bir özel okulda öğretmenlik yaptığım yıllarda Dil ve Anlatım derslerine girdiğim Aydın ili dışından bir kız öğrencim vardı. Öğretmen oldu. Aklı başında ve ders çalışan bir öğrenci. İyi ilişkilerimiz vardı.

     

    Bu hocâ’nım, yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra bir iki yıl, KPSS’den yeterli puanı alamadı, devletin herhangi bir okuluna atanamadı. Her yıl KPSS’ye hazırlanıyordu. Ve bu arada Facebook’ta, kendisini bir türlü atamayan devlete yönelik sitemler, gayzlar yağdırıyordu. Sonunda muradına erdi, bir sonraki öğretim yılının başında, hem de (nasıl olduysa) kendi memleketine atandı.

     

    Dikkat edin lütfen şimdi: Devlet memuru olabilmek için dişini tırnağına takan, tabiri caizse kırk takla atan, ataması gerçekleşmediği sürece devlete hiç de dostça bakmayan bu hocâ’nımın facebookta bir yazısına rastladım. Yıkıldım. Her yere kar yağıp da kar tatili verilirken bulunduğu memlekete (kendi memleketine) kar yağmayışına ve tatil yapamayışına kahrediyordu. Buyurun buradan yakın! Öğrencilerine kesintisiz bir şekilde yararlı olmak için canını dişine takan(!) bir öğretmen… Ben de face’deki yazısına “Devlet herkesi öğretmen olarak atamakla çok büyük yanlış yapıyor.” diye bir yorum ekledim. Sonra tekrar baktım, bana özel bir mesaj yollamış ama önceden yazdığı satırlar tamamen kaldırılmış face’den. Mesajını da okumadım tabi, bilmiyorum neler yazmıştır. Bunlara benzer başka öğretmenler de biliyorum ama anlatıp içinizi karartmayayım.

     

    Beni anlayabiliyor değil mi herkes? Aynı şeyler bütün devlet memurları için geçerli. Herhangi bir memuriyete atanabilmek için pek çoğumuz nice eşikler öpüyoruz, nice torpiller buluyoruz, nice dualar ediyoruz, kediler gibi nice riyakârlıklar yapıyoruz; bir memuriyet kaptığımızda ise... Ama bu keyfiyet, öğretmenlerde ve imamlarda çok daha çirkin duruyor.

     

    Tarih, 17-06-2021. Motosikletimin fennî muayenesi için TÜV istasyonundayım. Orada 6. Sınıf öğrencisi bir oğlanla tanıştım. İleri yaştaki BMC kamyonetlerinin muayenesi için babasıyla birlikte gelmişler. Cingöz, samimi ve sevimli bir çocuk. İsmet. Sohbet ettik; dere tepe... derken aklıma geldi sordum:

     

    -“İsmet, sen hiç dua, sure biliyor musun?” Az düşündükten sonra “Evet.” dedi ve Fil Suresi’ni, biraz başını gözünü yararak okudu. Memnun oldum ve memnuniyetimi kendisine ifade ettim. Hattâ virüse rağmen alnından öptüm. Babasıyla da tanıştık bu arada. Köylü olduklarını söyledi ve köylerini tarif ederek, uğramamı istedi. Sonra evli evine, köylü köyüne, ayrıldık.

     

    Akşam evde, başım zonklamaya başladı. Ben o çocuğa, teşvik ödülü olarak çıkarıp örneğin bir yirmi kâğıt vermeyi o an akıl edememiştim. Çok rahatsızlık duydum. İki gün sonra hanıma;

     

    -“Kalk, seni motosikletle bir yere götüreceğim. Yalnız, önünden geçerken marketten, çikolata falan bir şeyler alalım.” dedim.

     

    Bindik motosiklete. Tarif edilen köy, bize yaklaşık 25-30KM mesafedeydi. Gittik, “Herhalde burasıdır.” Diyerek köyü bulduk. Köy kahvesine daldım. İlginç tarafı, söylemiş olmalarına rağmen adamın da çocuğun da isimlerini aklımda tutamamıştım. Aklımda kalanları sıraladım kahveciye; Kırmızı renkli BMC kamyonet, üç inek, biraz koyun... Köy küçük, kahveci hemen telefonuna sarıldı:

     

    -“Şevket, ziyaretçin var, hemen buraya gel. Fakat, İsmet’i de yanında getir.”

     

    Kısa bir süre sonra baba oğul, motosikletle geldiler. Şaşkındılar. Beni görünce şaşkınlıkları daha da arttı ama şaşkınlıklarına sevincin karıştığı da görülüyordu. Doğrudan doğruya konuya girdim. İsmet’e hitaben:

     

    -“Evlâdım, senden özür dilemeye geldim. O gün, Fil Suresi’ni çok güzel okumana rağmen bir ödül vermeyi akıl edememiştim. Beni affet. Bak yengen sana hediyeler getirdi.” Hanım poşeti çocuğa uzatırken ben de cebimden bir 50TL çıkarıp verdim. Almak istemedi delikanlı, hâliyle.

     

    -“Alacaksın yavrum. Bunlar sana değil, okuduğun Kur’an’a saygı duyuşumuzdandır.” Zorladık. Aldı. Israr ettiler, birlikte evlerine gittik. Annesi, bizimkine:

     

    -“Ben öğrettim abla. Benim de bildiğim tek sure buydu.” dedi. Telefon açtım, Ankara’daki torunlarımla İsmet’i tanıştırdım, konuşturdum. Yaşıt idiler. Sonra ayrıldık.

     

    Tarih, 10-08-2021. On on beş gündür torunlarım yanımdaydılar. Aklıma geldi, birlikte otomobile binip İsmetleri ziyarete gittik. Elimizde yine ufak tefek hediyeler vardı. Çocuklar, birbirleriyle görüştü, kaynaştılar. Bu arada, ben babaya, hanım da anneye, çocuklarımıza dinî bilgiler öğretmemizin önemini vurgulamaya çalışıyorduk. İsmet’in annesi bu defa bizim hanıma şunları söyledi:

     

    -“Abla, İsmet Kureyş Suresi’ni de öğrenmeye başladı. Ben de bilmiyordum, birlikte çalışıp öğreniyoruz.”

    OH, ELHAMDULİLLÂH!

     

    Köy ve özellikle de İsmetlerin evleri tepe bir yerdeydi. Ağustos sıcağına rağmen poyraz serin serin esiyordu. Muhabbet de çok güzeldi. Çaylar içilirken ev sahibi, uzaktaki birisine seslendi ve elindeki çay bardağını göstererek kendisini davet etti. Biraz dönünce ben de gördüm; bir traktörün üzerinde bir adam, yanında da şalvarlı malvarlı bir kadın yoldan geçmekteydiler. Traktörün römorkuna, hayvanlara verilmek üzere biçilmiş mısır bitkileri doldurulmuştu. Adam başıyla olumlu işaret yaptıktan sonra ilerleyip az ötedeki cami lojmanının bahçesine girdiler.

     

    -“Camimizin hocasıdır bu. Komşumuzdur. İyi insandır. Traktörü ve biraz da toprağı var. Çalışır, çift çubuk uğraşır. Üç beş tane de koyunu var...”

     

    Az sonra imam efendi çıkıp geldi. Tanıştık. Görevlerinin öneminden dolayı imamları sevdiğimi, saydığımı söyledim. Dere tepe konuştuk. Köyün en havadar, manzaralı yerinden 800 metrekarelik bir de arsa satın almışmış. Bizim İsmet’le olan maceramızdan kendisine söz edilmiş, konu hâliyle oraya geldi. İnsanımızın, özellikle de çocuklarımızın bugün dinî bilgi fakiri olduklarını, çok büyük himmetlere ihtiyaç bulunduğunu, âhirette öğretmenlerin ve din görevlilerinin sorumlu tutulacaklarını söyledim. İmam efendide ses yok. Şevket bir iş için aramızdan ayrıldığında, hoca, fısıltıyla dert yandı:

     

    -“Köylünün dine ilgisi çok zayıf hocam. Hele yaz mevsimi olduğunda, camiye falan uğrayan eden yok. Ben öğretmeye hep hazırım ama çocuklarını da yanıma yollamıyorlar...”

     

    Acı acı gülümsedim. İçimden, “Hangi yanına yollayacaklar hocam? Tarlana mı, koyunlarının yanına mı, mısır biçmeye mi?” diye geçti. Vakit ilerlemişti. Biz, çoluk çocuk akşam namazını, az ilerideki ilçede kılmayı plânlamıştık. Sohbet uzadığı için davranamadık ama. Şevket’in yanımıza döndüğü sırada imam efendiye durumumuzu anlatıp kalkmaya yeltendik. Caminin hoparlöründen ezan okunmaya başlamıştı. İmam yanımızdaydı, hoparlörden ezan okunuyordu...

     

    Dönüş yolundayken bizim hanım bana, köylü kadının kaymakam’a sorduğu gibi:

     

    -“Bey, öğretmen olacağına, biraz daha okuyup köy imamı olamadın mı?” diye sordu ve devam etti:

     

    -“Baksana ne rahatlar. Ezan bile otomatik okunuyor. Tarlalar, koyunlar, traktör... Bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı İsmet ve köylüler! Varsan baksan camiyi de pislik götürüyordur.” “Hocamız, ‘yanıma gelmiyorlar, camiye gelmiyorlar’ deyip kendini temize çıkarıyor ve geceleri yatağında gayet huzurlu bir şekilde uyuyordur herhalde.” “Maaş da güzel. Helâl kazanç diye buna derim ben.”

     

    -“Peynir satan ve arıcılık yapan hocalarımızı sen de biliyorsun. Yakın bir zamanda, Kozak Yaylası’ndaki bir köy imamının marketinden alış veriş yaptığımızı da hatırlıyorsundur. Dükkân camiye 60 metre mesafedeydi. Bir zamanlar Nazilli Gülbahar (İsmi yanlış hatırlıyor olabilirim.) Camisi’ndeki otomobil pazarlama işi yapan bir imamı da ben biliyorum. Eline tutuşturulmuş hutbe metnini asla doğru düzgün okuyamazdı. Yine bir zamanlar, Turgutlu-Çıkrıkçı Camisi’nin imamı, tarlasında harika tütünler yetiştiriyordu. Çalışkan olmak böyle bir şey demek ki. Ama bilmem haberin var mı: Ülkemizde, ‘Müslümanım.’ diyenlerin oranı eskiden yüzde doksanlarda iken, bugün yüzde seksenlere, yetmişlere düşmüş.”

     

    Eyyy öğretmenler! Eyyy imamlar! Allah’tan korkun biraz. Vesselâm.

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.