|   | 
  • Cevahir Kadri

    Bu Memleket Bizim

    Takı taluy takı müren/ Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” yani “Daha deniz, daha ırmak / Güneş tûğ (bayrak) olsun, Gökyüzü çadır” diye günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz bu nefis söz bize neyi anlatır? Güneşin bayrak, gökyüzünün çadır olması ne demektir? Böyle bir sözü işitince biz neler anlarız? 

     

    Mefkûre, “ideal” demek. Bu söz, iki bin yıl önce yaşamış Oğuz Kağan’ın Türklere cihana hâkim olma idealini verdiği tarihî bir sözdür. Nice devlet başkanları, Türk toplulukları bu ideali yaşatma, hayata geçirme adına denizler, ırmaklar, göller, ormanlar, dağlar, taşlar, obalar, ovalar aşmışlardır. Türklerin Orta Asya’dan kuzeyden Balkanlara, güneyden Anadolu’ya göçü, bu idealin hayata geçirilme çabasından başka bir şey değildir.

     

    Türk milletinin özünde var olan yiğitlik ruh ve düşüncesi, İslamiyet’in kabulünden sonra, önce gönüllerin fethedilmesi, ardından ülkelerin, memleketlerin Türk ve İslam yurdu olması adına yapılan fetih ruhu ile birleşmiş; dünyayı ve hayatı davranış, anlayış ve kavrayışla alp-eren olarak yepyeni bir ruh ile insanlığın beklediği insan olarak arzı endam etmiştir.

     

    Fetih ruhunun özünde davet vardır; insanları barışa, barış yurduna, ebedi kurtuluşa çağrı vardır. Belki de bundandır ki Nazım Hikmet, memleketimiz Anadolu’yu anlatan şiirlerinin birine “Davet” ismini vermiştir: “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan/ Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket, bizim.// Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ ve ipek bir halıya benziyen toprak,/ bu cehennem, bu cennet bizim.

     

    Bin yıldır üzerinde yaşadığımız bu toprak vatan, memleket olmuştur bize; kökler salmışız bu toprakların derinliklerine, bir daha buralardan hiç kopmamak üzere. Ne kadar sert eserse essin o karayel, poyraz onların gücü kadar bizim bu topraklara kök salmışlığımız var, dahası “Bu memleket bizim!” diye haykırdığımız sapasağlam irademiz, bilincimiz. 

     

    Ve dileğimiz, duamız: “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,/ yok edin insanın insana kulluğunu,/ bu dâvet bizim....// Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine,/ bu hasret bizim...

     

    Vatan edindiğimiz, memleket kokusunu burnumuzda burcu burcu tüttürdüğümüz bu topraklarda, hem bir ağaç gibi özgür birey olarak hem de ormandaki ağaçlar gibi barış içinde kardeşçe yaşamanın huzuru ile toplum olarak yaban kapılarında insanlık aramayalım. İnsanımızı yaban kapılarında, yurtlarında yurt aratmayalım. İnsana, insanca değerlerin verildiği, gerçek barışın yaşandığı barış yurdu yapalım şu bizim memleketi. Öyle ki bütün insanlık buraya akın etsin. Bunu söylerken demografik yapımızı değiştirmeye yönelik hamlelerden bahsetmiyorum. Yasaların, hukuk ve adaletin, liyakat ve kuralların hâkim olduğu bir özgür dünyanın merkezi yapalım; insanlar haklarının yenmediğine ve yenmeyeceğine güven ve inançla bu topraklara değer katmak üzere gelsinler, bu topraklar rengarenk çiçeklerle daha da zenginleşsin!..

     

    Faruk Nafiz Çamlıbel de tam da soyadının çağrıştırdığı gibi çamlarla dolu bir yurt olan “Bizim Memleket”i şöyle tasvir eder: “İçinden tanırım ben o elleri,/ Onlar ki zahirde viran olurlar;/ Ardıçlı dağları, çamlı belleri/ Aşanlar şi'rine hayran oldular.”

     

    Bizim memleket, Anadolu yani baştan başa nice aşklar, nice acılar, yokluklar, yoksulluklar yaşanmıştır kim bilir. Bu topraklar, nice nice güzellikler yaşanmış; yürekleri kıyım kıyım kıyan, canlar yakan nice trajedilere sahne olmuştur. Kerem’ler, Tahir’ler, Ferhat’lar, Emrah’lar nice güzellerin Aslı’ların, Zühre’lerin, Şirin’lerin ve Selvihan’ların aşkıyla yanıp tutuşmuş, dağ bayır dolaşıp yolları çöllere düşmüştür. Kimi aşkı uğruna dağları delmiş, kimi tutuşup yanıp küle dönmüştür. Âşıklar dağlarda ceylanlarla konuşmuş, akan deli, gümrah ırmaklarla söyleşmişlerdir: “Dökülür köpüklü sular yarından,/ Baharlar yaratır kışın karından;/ İçenler sihirli pınarlarından/ Şöyle bir silkinir, ceylan olurlar!

     

    Çamlıbel, daha neler söyler, neler!.. Güzelliklerini anlatmaya yeter mi bu satırlar bu güzel memleketimin.

     

    Memleket, memleket ama nedir memleket? O zaman dile gelsin hele şu kelime: Memleket kelimesi, Arapça “mülk”’ten “mâlik olmak, hükmetmek”ten gelmiştir. Dilimizde, güzel Türkçemizde beş ayrı anlamda kullanılan memleket, öncelikle “Bir devletin, bir hükümdârın yönetimi altında bulunan yer, ülke” anlamına gelir. İkinci olarak o biraz daha özele kaçar ve onda yöresellik kokusu vardır: “İl, şehir, kasaba, belde, yöre” anlamıyla söz dağarcığımızda yer alır. Kelimenin üçüncü anlamı ise daha özel, daha özneldir, kişisellik barındırır; “Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer” demektir. Bu, bir nevi “sıla” anlamı ile ruhumuzun esintilerini seslendirmemize vesiledir. Dördüncü anlamıyla memleket; biraz coğrafilik, ilmilik elbisesi ile karşımıza çıkar: “İklim, üretim, tarım, sanayi vb. ortak yönleriyle ele alınan bölge” demektir: “Sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı.” (Refik Halit Karay). Son olarak yani beşinci anlamıyla biraz ağabeylik, toplayıcılık ruhu ile karşımıza çıkar: “Bu olay karşısında memleket ayağa kalktı.” örneğinde olduğu gibi “Bir ülkede yaşayan insanların tamamı, memleket halkı.” anlamıyla kullanılmaktadır.

     

    Kelimelerin sözlük/lügat anlamları en genel geçer anlamlarıdır. Onlar asıl anlamlarını metin içerisinde, farklı anlam damarları ve ses tınılarıyla karşımıza çıkarlar. Onun dil işçisi olmak önemlidir.

     

    Memleketi anlatmak, beni, seni, onu hasılı bizi anlatmaktır esasen. Erdem Bayazıt, kalemi elinde bizi beklemektedir ve şöyle başlar söze: “İsyan şiirleri bilirim sonra/ Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden/ Harfler harb düzeni almıştır mısralarında/ Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır/ Kimi bir soygun sofrasında ışıklı sofralarda/Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır.” Bizim memlekette hayat tekdüze değildir; türlü maceralar yaşanır, yaşanan maceralar rüyalarda da yaşanmaya devam eder. 

     

    Dahası bu memlekette haksızlığa, hukuksuzluğa başkaldıran yürekler vardır. Şair söze şöyle girer: “Müslüman yürekler bilirim daha/ Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet/ Eller bilirim haşin hoyrat mert/ Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır/ Her kırışığı sorulacak bir hesabı/ Her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır.” Müslümanın sevgisi cennet, kızgınlığı cehennemdir; Müslümana merhametli, küffara izzetli davranır o. İlahi Kelam’da dile getirilen, övülmüş niteliklerin, şahsına hayat olmasına çalışır. Şair bundan sonra daha kapsayıcı bir dile büründürür sözlerini: “Bütün bunların üstüne/ Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim/ Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim/ Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli/ Adın kurtuluştur ama söylememeliyim/ Can kuşum umudum canım sevgilim.

     

    Şairler bazen yaşanan hayatı tasvir eder, bazen de idealindeki hayatları. “Otuz Beş Yaş” ile tanıdığımız Cahit Sıtkı Tarancı da idealindeki memleketi “Memleket İsterim” şiirinde bütün içtenliğiyle tasvir eder. O tasvirde anlatılanların sadece şaire ait bir muhayyel dünya, memleket olmadığını herkes bilir: “Memleket isterim/ Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;/ Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.// Memleket isterim/ Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;/ Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.” Canların yok edildiği, savaşların hâkim olduğu, insanların yarından ümitlerinin kestiği bir memleket değil; özgürlüklerin hâkim olduğu, tarlaların bol ürünlerle dolup taştığı, kuşların cıvıldaşıp çiçeklerin kendilerine mahsus rayihaları, kokuları saldığı, başlarda dertlerin, gönüllerde hasretin bulunmadığı, kardeş kavgasının yaşanmadığı, barış ve huzur içinde bir ülke hayali vardır. Dahası zengin, fakir ayrımının, sen ben kavgasının olmadığı, herkesin kendi evinde barkında yaşadığı bir huzur ve mutluluk dolu bir yer hayal eder. Gerçekleşir mi belki; hem istemenin kime ne zararı var ki? “Memleket isterim/ Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;/ Olursa bir şikâyet ölümden olsun.” Yaşamayı gönülden isteyecek derede hayata bağlı, şikâyetin ise sadece önüne asla geçilemeyen ölümden olmasını arzular.

     

    Ziya Osman Saba da Tarancı ile benzer hayallerin peşindedir. “Bir Yer Düşünüyorum” şiiri de aynı minval üzere hayallerdeki memleketi tasvir eyler: “Bir yer düşünüyorum, yemyeşil,/ Bilmem, neresinde yurdun?/Bir ev, günlük güneşlik,/Çiçekler içinde memnun.” Her dakikası âsude bir bahar ülkesi olsun, dert ve keder bulunmasın istiyorlar, bu mümkün mü, belki! İnsanlar sofralarına insanca davet etmiş, çocuklar, uçurtmalarını mutlulukla uçurmuş, herkes sevinç içinde ve her şey yerli yerinde, daha ne ister insan!.. Daha öncelerinde Ahmet Haşim’i ve “O Belde”sini de hatırlayalım.

     

    Hayallerden gerçekliğe dönelim, kameralarımızı tekrar Anadolu’ya çevirelim. Bakalım Üstat Abdurrakim Karakoç mikrofonlarımıza neler söyler, memlekete dair neler anlatır? Sözü biraz sitemli gibidir onun, neden acaba? Hele bir dinleyelim bakalım: “Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,/ Hele boz dumanlar çekilsin de gör./ Her haftası bayram, her günü düğün,/ Hele yaylalara çıkılsın da gör.” Şairin anlattığı zaman bu zamandır, yaylalara göç çoktan başlamıştır. Yazları da hazırlanmaktadır gençler düğünlerine.

     

    Bir de büyük usta Barış Manço’ya uzatalım mikrofonlarımızı; bakalım neler neler söyleyecek bizlere? Muhtemelen bir soru ile cevap verecek sorularımıza işte geldi dile: “Tek bir soru, hemşerim memleket nire?” Anlıyoruz ki Anadolu insanı, yalnızlığını giderecek bir hemşehrisini bulmanın çabası içindedir.

     

    Anadolu böyledir; orada insanları tanımanın yolu, adını soyadını öğrendikten sonra gelecek ilk soruda saklıdır her şey: “Hemşerim asıl memleket nire?” Manço Usta uzunca bir anlatımı olan bu parçanın tam odağına şunu yerleştirir: “Bu dünya benim memleket” İnsanımız tam olarak anlamamıştır, tekrar sorar “(Hayır anlamadın), hemşerim esas memleket nire?” Usta, soğukkanlılıkla cevaplar: “Dedim ya yahu bu dünya benim memleket” Aslında, Büyük Usta’nın bu sözünde yanlışlık yoktur: İnanan bir insan, Müslüman için yeryüzü baştan başa “memleket”tir. Çünkü Cenab-ı Mevlâ “Allah’ın arzı geniştir.” buyurur: “Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, "Ne işte idiniz?" derler. Onlar da: "Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik." derler. Melekler: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?" derler...” (Nisa, 97)

     

    Bin yıldır Müslümanlara ev sahipliği yapan Anadolu, altı yüzyıl hizmet gören Trakya, baştan sona bizim memlekettir. Üzerinde zaman zaman yaşanan haksızlıklar, hukuksuzluklar, acılar, talanlar yaşansa da bütün bunlar, bizim bu topraklara bakışımızı değiştiremez. Bu topraklar, zaman zaman bize “azap” olsa da bizim topraklarımızdır. Bizler o topraklarda yetişen ürünlerle büyümüş, suyundan içmiş, havasını teneffüs etmişizdir. Gitmemizi isteyen iradeye karşı, “Hayır, gitmiyoruz buralardan. Buralar sizin kadar bizim de mülkümüz, memleketimizdir.” deyip imzamızı kavlen söyler, fiilen atarız: “Bu memleket bizim!

     

    Bu memleket bizim.” Burada zaman zaman hakkımız yense, hor ve hakir görülsek de sözümüz değişmez: “Bu memleket bizim!” Çünkü bugün birileri bayram ediyor olsa da bu böyle devam etmez, edemez. “… İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne…)” (Âl-i İmrân, 140) Bu gerçeklerden hareketle iyilikler, güzellikler hırpalanmış, kötülükler, zulümler ayyuka çıkmış olabilir. Bostanlara, gül bahçelerine kargalar dadanmış, hanelerde baykuşlar tünemiş olabilir. Hatta öyle ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”sinde dikkat çektiği gibi “memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.” Bu durumda bile kendi öz kuvvetini ve ümidini yitirmeden “Bu memleket bizim” diyerek bu aziz vatanı, toprağı el birliğiyle savunmaya devam edeceğiz. Evet, her daim sözümüzdür, değişmez: “Bu memleket bizim!” İnananlar için yeryüzü de “baştan başa memleket”tir.

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.