|   | 
  • Kiralık Kalem (Satılık Değil Ama)

    {eğitim eğitim eğitim (8)} MUALLİM (yanlış olarak ÖĞRETMEN)

    Zaman hızla akıp gidiyor. Eğitim öğretim döneminin üçüncü çeyreğin yarısını geçmek üzereyiz. Biz de eğitimden söz edip duruyoruz. Ben felâket tellallığı yaptığımın farkındayım. Siz benim bu yanlışıma bakmayınız lütfen ve Bediüzzaman’ın şu vecizesine uyunuz: GÜZEL GÖREN, GÜZEL DÜŞÜNÜR; GÜZEL DÜŞÜNEN, HAYATINDAN LEZZET ALIR. Elbette bizi kucaklayan nice güzellikler de var dünyamızda, yaşamımızda. Ben maalesef daha ziyade bardağın boş tarafını gören bir insanım, evet. Ama benim böyle olmam, arızaları görüp ortaya koymam, yine de mükemmele ulaşmak açısından bir işe yarayabilir. Ne de olsa öğretmenim ya, çalıştığım yıllar boyunca yaşadığım olumsuzluklar ve konuyla ilgili duyup dinlediğim yanlışlıklar, hafızamda birikiyor ve silinmiyor. Felsefemiz hakkında, mevzuat hakkında, yöneticiler hakkında, öğretmenler hakkında, öğrenciler ve anne babalar hakkında... Sonuçta güzel göremiyor, güzel düşünemiyorum maalesef. Geçen yıl dinlediğim acı bir realiteyi paylaşayım mı sizinle:

     

    Başını masadaki kâğıtlardan kaldırıp yorgun gözlerle bana baktı Zekiye Öğretmen. “Bizim branştan olan yeni müdür, kendisine de sınıf ve işletme verilmesini istiyor. Ders dağılımını ona göre ayarlamaya çalışıyorum.” dedi. “Niçin?” diye sordum, gayr-i ihtiyari. “Ee ücret alacak tabi Serdar Hocam. Eski müdürümüze de ders ve işletme yazıyorduk. Kendisi girmiyordu, biz öğretmenler aramızda ayarlıyor, onun yerine giriyorduk derslere. Ona ek ders tahakkuk ediyordu. Gerçi bu durumu dedikodu konusu yapanlar da vardı ama Allah için iyi bir kadındı, olura olmaza çok karışmazdı, biz oldukça serbest ve rahattık. Bilmiyoruz bu yeni müdür nasıl bir insandır?

     

    Zekiye öğretmen, bir kız meslek lisesinde meslek dersi öğretmeniydi ve bölüm şefiydi. Ders dağılım taslağını hazırlama görevi de bundan dolayı onun idi. Bizi o gün, orada kader karşılaştırmıştı. Kendisiyle biraz konuştum. Konuştum ve ülkemizde eğitimin alzheimer hâlini bir kez daha görmüş oldum. Neler anlattı neler:

     

    Ders programı taslağını hazırlama görevinden dolayı çoğu zaman öğretmenlerle arası açılıyormuş. Öğretmenlerin birinci ve belki de biricik gündem maddeleri, alacakları para ve yani alacakları ek ders ücretleriymiş. Muhasebenin yapacağı en ufak yanlışlığın bile hemen farkına varırlarmış. “Bana neden yirmi saat da falancaya yirmi iki saat ders yazdın?” diye kendisine hesap sorarlarmış. Gidecekleri işletmelerin yakınlığı uzaklığı konusunda da mızıkçılık yapılırmış. (Bu “işletme” tabiri meslek liselerinde, öğrencilerin staj için gittikleri işletmelerdir. Meslek öğretmenleri de belli günlerde o işletmelere gidip öğrencileri denetlemekte, sorunlarıyla yerinde ilgilenmektedirler. Tabi bunun karşılığında da para almaktadırlar.) Hiçbir öğretmen işletme görevinin ve nöbetçi öğretmen görevinin, pazartesi ve cuma günlerine konulmasını istemezmiş, hafta sonu tatillerini daha uzun yapabilmek için. Ders programlarında karnıyarıkları bir türlü kabullenmek istemezler... miş. 15 saat maaş karşılığı derse girilir... miş, galiba her on saat derse karşılık 1 saat hediye ücret eklenir... miş, 3 saat ‘derse hazırlık ücreti’ eklenir... miş, (meslek öğretmenleri için) bilmem şu kadar saat işletme ücreti eklenir... miş, eh örneğin yirmi beş saat derse giriyorsa 10 saat da oradan ek ders ücreti eklenir... miş. Hafta sonu veya ders dışı etkinlikler için bilmem kaç saat egzersiz ücreti eklenir... miş. Bütün bunlara karşılık kazançlarından şikâyet edilir... miş. Öğrencilerin öğrenip öğrenemedikleri, başarılı olup olamadıkları, okulun başarı düzeyi çok da dertleri değil... miş. Kendileri de zaten konularını doğru dürüst bilen öğretmenler değiller... miş. Hele öğrencilerin kişilikleri, terbiyeleri ile ilgilenmek gündemlerinde hiç yok.. muş. Öğretmenler odasında konuşulan şeyler ise -aman Allah’ım- meslekle hiç ilgisi olmayan şeyler... miş.

     

    “Çok şaşırdım.” diyemiyorum. Çünkü benzer manzaraları ben de bizzat yaşamış biriyim. Önceki yazımda bir örneğini anlatmıştım: 1982 yılında bir arkadaşla buluşmak için gittiğim kahvede tanıştırıldığım alçak bir köy öğretmeni, elindeki zarları attıktan sonra (beni de kendisi gibi sanarak) “Açıkça söyleyeyim; 10.000 liralık çalışıyorum hocam.” demişti bana. (O zaman bir öğretmen maaşı yaklaşık 10.000TL idi.) Öyle öğretmenler eskilerde de vardı yani. Ancak şu farkla; benim mesleğe başladığım yıllarda böyle öğretmenlerin sayısı ve oranı oldukça düşük idi. Bugün ise... Zekiye Öğretmen’den dinlememe gerek yok, konuyla ilgili acı gerçekleri herkesten duyup durmakta, ortamda gözlemlemekteyim.

     

    Öğretmen bu mudur? Öğretmen böyle mi olmalıdır? Ek ders ücreti için öğretmen! Maaş için öğretmen! Kahvede zar atan, pişti oynayan ve oynarken de maaşının azlığından şekvâ edip devlete küfürler yağdıran öğretmen!

     

    1965-1966 öğretim yılıydı galiba. Ortaokul ikinci sınıf öğrencisi idim. O zamanlar, orta ikinci sınıfta kimya dersi (tabiat bilgisi dersinin yanı sıra) okutuluyordu. Ölmüştür, Allah taksiratını affetsin, ismini vermemde sakınca görmüyorum, kimya dersimize Mustafa Alsan Öğretmen giriyordu. O günlerde çocuk aklımla da bu değerlendirmeyi yapıyor muydum, hatırlamıyorum ama bugün diyorum ki; o adamın iyice bir kulağı çekilmeliydi veya kendisine öğretmenlik yaptırılmamalıydı.

     

    Mustafa Öğretmen, öğrencilerin sınıf içindeki durum ve davranışlarıyla hiç ilgilenmezdi. Sınıfa girer, yoklamayı yapar, eline tebeşiri alıp bize hep arkası dönük, tahtada dersini anlatır, zil çalınca da çekip giderdi. Dersi dinliyor muyuz, anlıyor öğreniyor muyuz, sınıfta dalga mı geçiyoruz, ya da bazı haylazlar öğrenme çabası içinde olanları engelliyorlar mı, bu konularla hiç ilgili değildi. Oysa öğretmenin görevleri yalnızca anlatmaktan ibaret değildir. Dinletmek, birbirlerine karşı öğrencilerin hukuklarını korumak, onları iyi birer insan olarak yetiştirmek........ buraya onlarca nokta koysam az gelir. Uzatmadan yalnızca bir olayı anlatayım:

     

    Çok uzun boylu olduğum için en arka sırada, Uçkan ve Enis isimli iki abi, yok yok iki amca ile birlikte üç öğrenci oturuyorduk. Bunlar her sınıfı ikişer yıl okumuş, okula okumak için değil de ikinci yıl da sınıfta kalarak tasdikname almak için geliyorlardı. Beni ortalarına almışlardı. Hava sıcaktı. Sağımda ve solumda oturan amcalar, ders zili çalınca sınıfa ellerinde birer şişe kapakları açılmamış gazozla geldiler. Hoca gelip derse başladıktan az zaman sonra birisi seslendi: “Hocam, gazoz içer misiniz? Soğuk gazoz var.” Hoca’dan “Hayır yavrum, teşekkür ederim.” cevabını aldıktan sonra ellerindeki gazozları hem de patlatarak açtı ve höpürdete höpürdete içtiler. Afiyet olsun! Daha buna benzer ne olaylar... Söyler misiniz; bu adam öğretmen olarak doğru seçilmiş bir adam mıdır? Öğretmenlik yaptırılmaya uygun bir adam mıdır?

     

    LÜTFEN BENİ YANLIŞ ANLAMAYIN: Bırakın elini, ayağı öpülesi nice mükemmel öğretmenler de var tabi! Dedim ya ben bardağın boş tarafını görüyor ve gösteriyorum. Sonra, öğretmenler kötü de öğrenciler iyi mi, öğrenci velileri iyi mi, mevzuat iyi mi, devlet iyi mi, öğretmen okulları ve eğitim fakülteleri iyi mi, hattâ ÖSYS midir nedir o ucûbe iyi mi? Adının MUALLİM iken ÖĞRETMEN’e çevrilmiş olması bile iyi değildir. Bunları elbette bilip duruyorum, Allah izin verirse o konulara da temas edeceğim. Fakat burada öğretmenlerle ilgili bir iki olumsuzluk anlattım sadece.

     

    Biz, iyi doktor, iyi hâkim, iyi polis, iyi sporcu, iyi tüccar, iyi imam vs. hepsinin iyi olanını arıyoruz, değil mi efendim? Ama efendim, iyi öğretmen aramak, ne iyi doktor aramaya ne iyi tüccar aramaya ne iyi sporcu aramaya ne iyi sanayici aramaya benzer. Gerçekten de iyi öğretmenler bulmak önemli ve öncelikli mecburiyetimizdir.

     

    Bakınız, konuyla ilgili en güvenilir isimlerden Nurettin Topçu neler diyor: (Bir potpori yapacağım. Bilmeyen gençler varsa; ‘muallim’, öğretmen’in maziye terk ettiğimiz dildeki karşılığı idi. Çok da anlamlıydı. O kelime kullanılıyor olsaydı, belki de iyi öğretmen nasıl olmalı sorusuna gerek bile kalmazdı.)

     

    {{Muallimin mesuliyetleri çoktur ve cemiyet hayatının her sahasına uzanmaktadır...... Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlâkın zirvelerine tırmanmış, muallimin alçaltıldığı devirlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır. Muallimin alçaltılması, onun devlet emrinde bir bende hâline getirilmesiyle başlar...... devlet adamı, muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbâl hâlinde yaşadı. Muallim, devlet adamının bendesi olduğu zaman, cemaat bozuldu, felâketler baş gösterdi......

     

    ...Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar, bize sunar; biz yaşarız...... Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal hâline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhumuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır...... Bu yolda adanmış bütün bir hayat ister...... Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik dâvası biter. Muallim, daima muvaffakiyetsizliğinin, zaaflarının sebebini arayarak kendini düzeltmeye çalışmalıdır. Gandi, talebesinde hata görürse, bunun sebebinin nefsindeki kifayetsizlik olduğunu kabul ederek oruç tutuyordu. Muallim, kaderin karşısına çıkardığı engellerle mücadele ederken sonuna kadar nefsinden fedakârlık yapmayı göze alabilen cesur insan olmalıdır.

     

    Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvî olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. İdeale istediğimiz kadar, hattâ bizden istenildiği kadar örnek olmak mecburiyetindeyiz. Muallim halk gibi, her yaşayan gibi yaşayamaz. Herkesin sevinip güldükleri gibi sevinip gülmemize “bizim bildiklerimiz” mânidir. Peygamberimizin bunu pek güzel anlatan bir sözü var: “Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve zevklerinizi yapamazdınız.”

     

    Ve bu hâle ancak sevgi yolu ile ulaşılıyor. Nefsin arzularından geçme hâli, aşkın meyvesidir. Ebu Hanife, bir gün Bağdat’ta bir dostuyla beraber dolaşırken, yanlarından geçen gençler birbirlerine, “Bu adamı görüyor musun? Yatağını toplamış, geceleri uyumuyormuş. Hep ibadet ediyormuş.” diye söyleşirler. Bunu dinleyen Ebu Hanife yanındaki dostuna, “İşitiyorsun ya, halk benim hakkımda nasıl düşünüyor. Söyledikleri varid değil. Ama madem ki beni öyle biliyorlar, bundan sonra uyumayıp bütün gece ibadet bana vâcip oldu.” diyor ve o günden itibaren yatağını topluyor. Sabahlanan namaz ve ibadetler arasındaki fasılalarda oturduğu yerde uyuklamakla yetiniyor.

     

    Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir...... Muallim, insan olan varlığımızı alır, ona sonsuzluk dünyası aşısı yapar. Hayat, (ancak) var olanı olduğu gibi tanıtmaya kabiliyetlidir. Muallim var olması lâzım geleni öğretir....... Peygamberler, en büyük ruh doktorları idiler; bütün insanlığın ruhunu kurtardılar. Sokrat da bir büyük doktordu. Tarikat mürşidlerinin ve velîlerin insanlık içindeki rolü (de), bundan başka bir şey değildir......

     

    Görülüyor ki muallim, bizim bütün ruh yapımızın sanatkârıdır. Böyle olunca da ondaki (bizim bütün ruh yapımızdaki) sakatlıkların hepsinden mesuldür. Eğer bir cemiyette ...... çocuklar birbirlerini yumrukluyor, her biri birer baba olan büyükler birbirlerinden rüşvet alıyorsa, inananların imanına inanmayanlar saldırıyor ve inananlar da birbirlerinden intikam alıyorlarsa, eğer fazilet tarih kitaplarında bir efsane diye okunuyor ve ancak en büyük lokmayı kazanmasını bilen insan yüceltiliyorsa, mazlûmların yanında onların gözyaşlarını kurulayan da bulunmadığı halde zâlimler alkıştan sağırlaşmış hale geliyorlarsa...

     

    Eğer zekâlar, sömürecek malikâne olarak, kalplerden başka saha bulamamışlarsa ve ilim, insanlığı bir insan hâlinde tutup kaldıracak yerde dostları birbirlerine düşman yapacak bir karakter kazanmışsa...

     

    Eğer çocuklar, büyüklerden daha kurnaz, yaşlılarsa çocuklardan daha ümitsiz bir hayatın kurbanı hâline gelmişlerse...

     

    Orada muallim vazifesini yapamamıştır. Orada muallim yok demektir. Ve o diyarda muallimlik iflâs etmiştir.

     

    Muallim, yalnız ruhların sahibidir. Lâkin dâvasının ulaştırabildiği neticelere bakılırsa görülür ki, o, hakikatte doktorumuzdur, disiplin kurucumuzdur, toplum düzenimizin bekçisidir, ekonomik münasebetlerimizin düzenleyicisidir ve siyasî yaşayışımızın üstadıdır. Zira, bunların hepsinde o, haberi olsa da olmasa da mesuldür. Karakterlerdeki muvazenesizliğin, medenî terbiyedeki düşüklüklerin mesulü yine odur......

    Muallim, sahip olduğu bu mesuliyetle içimizde en fazla hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır. Mesuliyet, dıştaki tesirlere karşı koyarak bizi içimizden iten ilâhî kuvvettir. Dıştaki engellerin bu ilâhî kuvvetle bertaraf edilmesi muallimin büyük hürriyetini meydana getiriyor......

     

    ...Demek ki bize, mesuliyetin ne olduğunu bilen muallim lâzımdır. Bu muallim, sabrın üstadı, ilmin hakikat olduğu için hayranı ve ruhlara hakikat tohumlarını ektikten sonra, onlardan feyz almanın değil de, onlardan mesul olmanın âşığı, hizmet ehli ve sonsuzluğa imanın sahibi insan olacaktır......

     

    ...Maarif demek, muallim demektir. Millî Eğitim Bakanlığı sadece onu düzenleyici bir cihazdan başka bir şey değildir....... Descartes “Hür olmayan düşünce, düşünce değildir.” diyor. Bu söze inanarak diyebiliriz ki; hür olmayan muallim, muallim değildir...... Muallimi bu karakterleriyle tanımayıp onun millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet, muallimi basit bir memur kadrosu hâline koyar ve her tarafından çiçeklenecek kültür ağacını kökünden baltalar.}} (30 ARALIK 1959’DA KUZEY KAFKAS TÜRK KÜLTÜR VE YARDIM DERNEĞİ’NDE VERİLEN Konferans’tan- Türkiye’nin Maarif Dâvası, DERGÂH)

     

    Kabrin nurla dolsun Topçu Muallim. Umarım, dikkatlice okumuş, bilemediğiniz kelimelerin karşılıklarını sözlükten bulmuş ve anlayamadığınız yerler olduysa anlayanlardan açıklamalarını rica etmişsinizdir. Bugünümüz ve yarınlarımız için, çocuklarımız ve torunlarımız için bu kadarcık bir zahmete katlanmak çok mudur? İyi öğretmenler istemiyor musunuz siz? İyilikler, güzellikler istemiyor musunuz siz? Var mı öyle, hem şoför mahalli hem yüz elli kuruş! Eğer gerçekten öğretmenin ne olduğunu ve kimlerin öğretmen olabileceğini anlamak istiyorsak, öncelikle Topçu’nun sözlerini anlamak zorundayız.

     

    YAZIM UZUN OLDU, DEĞİL Mİ? Okumak, sizlere biraz zahmet verdi, vaktinizi aldı, biliyorum. AMA SÖYLEYİN LÜTFEN; ALLAH’IN BİZE EMANETLERİ OLAN, BİZİM İMTİHANIMIZ OLAN ÇOCUKLARIMIZ İÇİN, GELECEĞİMİZ İÇİN, TOPLUMUMUZ İÇİN VE DE KENDİ HUZURUMUZ İÇİN BU KADARCIK ZAHMETE, ZAMAN HARCAMAYA DEĞMEZ Mİ? (Eğitim konusundaki yazılarımın uzun olacağını en baştan belirtmiştim. Bu yazılarımı, cep telefonlarınızdan değil de bilgisayar monitörlerinizden okursanız, işiniz biraz daha kolaylaşabilir.) Vesselâm.

     

    R.Serdar ÖZMİLLİ

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.