|   | 
  • Cevahir Kadri

    Ölülerin Sessizliği

    "Ölümünüzden sonra unutulmak istemiyorsanız
    ya okumaya değer şeyler yazın
    ya da yazılmaya değer şeyler yapın!.."
    (Benjamin Franklin)


    Yazar Thomas Harris’in aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan, yönetmenliğini Jonathan Demme’nin yaptığı Kuzuların Sessizliği adında 1991 yapımı, psikolojik gerilim türünde bir film var. ABD Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek arşive alınmış bir film. Adını çokça duymuş olmama rağmen bu filmi hiç izleme imkânım olmadı. Yazının başlığını koymamda adı geçen filmin etkisi var mı derseniz, buna evet demem mümkün değil. Bunda asıl etkili olan tabiatın, mezaristanın sessizliğidir. Çünkü “Semanın kalbi durmuştur/Sükûtîdir mezaristan” (H. Fahri Ozansoy)

    İnsan zaman zaman nereden gelip nereye gittiğini, nerede bulunduğunu, nereye ulaşmak istediğini gözden geçirerek iç muhasebesini yapmalı, hayatına öyle devam etmeli. Bu, onun istikamet üzere bir hayat yaşaması için de çok önemli bir iç yoklamasıdır. Hatalarını, savaplarını, doğrularını zaman zaman böyle bir kontrol süzgecinden geçirerek geleceğe yürümelidir.

    Sıla-yı rahim

    İnsanın, yaptıklarını ve yapacaklarını bir iç muhasebe süzgecinden geçirmesini kolaylaştıran hususların başında “sıla-yı rahim” gelir. Kelime olarak “ana baba ve hısım akrabayı arama, ziyaret etme” anlamına gelen sıla-yı rahimi gerçekleştirmek için insan, zaman zaman, doğup büyüdüğü topraklara, çevreye düzenli, düzensiz ziyaretlerde bulunmalıdır. Kişinin geçmişiyle bağlantısını, geçmişleriyle ilişkisini devam ettirmesi oldukça önemlidir.

    Geçen hafta içerisinde ben de doğup büyüdüğüm, hayata gözlerrimi açtığım, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı geçirdiğim memleketime, köyüme -şimdilerde mahalle diyorlar- gittim. Salgın süreci sebebiyle eskisi kadar pek çok kişiyle görüşme imkânı olmasa da görüştüklerimiz, öncelikle görüşmemiz gerekenler, eli öpülesi yaşlılarımız, annelerimiz, ablalarımız elbette ki bu ziyaretimizden çok memnun oldular. Elbette uzaktan, telefonla da olsa hâl hatır sormalar da önemli. Ama hiçbir hâl hatır sorma işi bunun yüz yüze yapılanı kadar etkili olamaz. Bu, eğitim öğretim için de böyle, ziyaretler için de.

    Kabir ziyareti

    Hayatta olanları, yer üstünde bulunanları ziyaret etmek kadar yer altına girmiş, öteki dünyaya doğmuş olanları da ziyaret etmek çok önemli. İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) “Kabir ziyareti, bize ahireti hatırlatır.” buyurmuşlardır. Ahireti hatırlamak, onu her daim hatırda tutmak, ihsan şuuruyla yaşamak bizim dünya hayatımızın da istikamet ve doğruluk üzere olmasına vesiledir. Çünkü o zaman insan, haddi aşmaktan, zulmetmekten öncelikle kendini sakındırır. Kul hakkına girmekten imtina ettiği gibi, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmekten de kendini uzak tutmaz. Başıboş yaratılmadığını düşünerek vazifelerini hatırlar, insanlara, kula değil; Allah’a kul olmanın gereğini yerine getirir, namazını bihakkın eda etmeye gayret eder.

    Bu düşünceler ışığında çeyrek asrı aşkın bir süre önce ahirete intikal eden merhum babamın kabrini, bir ikindi sonrası ziyaret ettim. Aslında sadece onun kabrini ziyaret etmedim. O kabristanda medfun bulunan, uhrevi âleme yolcu edilmiş bütün mümin ve Müslümanları, geçmişlerimizi ziyaret ettim. Mezarlığa giriş esnasında içime bir burukluktur kapladı. Önceden çalı çırpı, ot çöp ne varsa hepsi temizlenmiş, otlar biçilmiş. Bunlar güzel olan kısmı. İçime burukluk salan kısmı ise mezarların yerlerini gösteren işaretlerin, taşlarla çevrili alanların ya kaybolmuş veya gitgide kaybolmaya yüz tutmuş olması. Köy mezarlıklarında, zamanında belli bir plan dahilinde parselleme de yapılmadığından çok önceden defin işlemi gerçekleştirilmiş olan çoğu mezarların alanı neredeyse belirsiz hâle gelmiş vaziyette. Öyle ki mezarlığın ortasından ilerlerken bazı mezarların üzerinden geçilmiş olma ihtimali var. Bu problemin sadece bizim köydeki mezarlıklara mahsus olduğunu sanmıyorum. Bu sebeple bu tür problem yaşanan yerlerle ilgili olarak çok da masraf ve bütçe istemeyen bir önerim söz konusu. Önerim, köy yerlerinde “imece kültürü” ile hâlledilebilecek bir mesele.

    Mezar yerleri belirlenmeli

    Mezar yerlerinin alanının belirginleştirilmesi için öncelikli olarak yapılacak işlem şudur: Köy ihtiyar heyeti muhtarın başkanlığında yaşlı ve bilgisine güvenilecek kişileri de alarak mezar yeri kaybolmaya yüz tutmuş olan kabirlerin hangi mevtaya ait olduğunu tespit ederek kabrin baş kısmına konacak bir tahtaya mevtanın ismi ile birlikte muhtarlıktaki defterde kayıtlı olan doğum ve ölüm tarihleri yazılacak. Daha sonra mezar alanı, traktörlerle getirilen taşlar ile çevrelenecek. Böylelikle neresinin kabir alanı, neresinin kabir dışı alan olduğu, hangi kabirde kimin medfun bulunduğu belirginleşmiş olacak. Bu, daha sonra bir harita üzerinde parsel olarak kayda geçirilerek sabitlenecek. Bunlar zor işler değil.

    Bunlar neden önemli? Bundan yaklaşık yirmi yıl öncesinde köyün ilk mezarlığının harımında/çağalında bir hocaya ait olduğunu düşündüğüm, sarıklı bir mezar taşı gördüm. Taşta isim ve tarih de var ama kabri neresi belli değil. Taş, mevtanın baş tarafına dikilen hece taşlarından. Dönemin muhtarına demiştim ki “Böyle böyle bir kabir taşı var. Onu, temsilen bir kabir çevreleyip taşın kaybolması önlense köyün tarihi, geçmişi adına iyi olur.” Muhtarın bana cevabı ne oldu diye sorarsanız ibretlik olduğunu söylerim sadece: “Sen yaparsan, sana karışmayız!” Bu mesele hep aklımda dolanıp durur. Ben yapma imkânını bulmuş olsam zaten bunu size teklif etmezdim. Geçen gün de o taşın olduğu yere gidip baktım, taş yerinde yoktu. En azından iki yüz elli yıllık bir kabir taşı idi o. Ne oldu, yok oldu! Kaybeden kim? Köylü olarak hepimiz!.. Ah ufuksuzluk, ah!..

    Nasreddin Hoca kabre girince

    Nasreddin Hoca, bir gece sohbetinden dönerken kestirmeden gideyim, diye mezarlıktan geçerken ayağı kaymış, karanlıkta boş bir mezara yuvarlanıvermiş. Korkmasına korkmuş ama aklına da ötelere ait hesap, kabirdekilerin ahvalinin nasıl olduğunu öğrenme düşüncesi gelmiş.

    Dur bakalım,” demiş, kendi kendine “Şurada biraz yatayım Münker-Nekir gelecek mi gelecekse bana ne sual edecek?” derken, dışarıdan çan sesleri, deh, çüş, sesleri duyulmuş. Hoca, “Ne oluyor?” diye mezardan kafasını kaldırmış. Kafasını kaldırmasıyla kızılca kıyametin kopması da bir olmuş. Onlarca katır sağa sola çifte atarak kaçışmışlar. Meğer mezarlığın kenarındaki yoldan fincancı katırları geçiyormuş. Fincan bu, böyle bir hengâmede sağlam mı kalır?

    Fincancılar öfkeyle Hoca’nın yanına gelip “Kimsin sen bre adam, ne arıyorsun burada?” diye sormuşlar. Hoca da “Ben” demiş, “ahiret kişisiyim, dünyaya gezmeye çıkmıştım.”

    Fincancılar Hocayı bir güzel benzetmişler. Ahiretin değil ama dünyanın kaç bucak olduğunu Hoca’ya iyice göstermişler. Hoca, yüzü gözü morarmış, yaralar ve bereler içinde eve gelmiş.

    Karısı telaşla, “Efendi, kurban olayım, demiş, ne bu hâlin?” diye sormuş. Tabii Hoca zar zor konuşmuş: “Deme hatun, öbür dünyadan geliyorum!” Karısı bu kez daha şaşkın tabii: “Eee, ne var ne yok oralarda?” diye sormuş. Hoca da “Fincancı katırlarını ürkütmezsen, demiş, iyilik güzellik!” diye cevap vermiş.

    Ölülerin söyledikleri

    Onu diyordum; geçmişlerimizi hayatta olanlarını evlerinde, ebediyete göçenlerini kabirlerinde ziyaret etmek lazım. Bu ziyaretlerden elde edeceğimiz çok kazanım var, sayılamayacak derecede hem de!.. Babamın kabrine doğru yürüdüm. Bir yandan akşam üstü vaktinin sakinliği bir yandan hafif esintilerle ziyaretime havanın kattığı uhrevilik bambaşka duyguları hissetmeme, türlü türlü konuları düşünmeme vesile oldu. Sakinliğin, sessizliğin anlattıkları o kadar çok şey var ki yazmaya imkân yok!..

    Mezarlık ziyaretinde mevtalara verilecek en güzel hediye öncelikle selam, sonra Yasin-i şerif, İhlas ve Fatiha gibi surelerin okunup ruhlarına bağışlanmasıdır. Bu surelerden hasıl olan sevapları, öncesinde Peygamber Efendimize, Hz. Âdem’den Hatemülenbiya Efendimiz’e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere, sahabelere, evliya ve asfiyalara bağışlamak adabdandır. Bunları evden yapmak da mümkündür elbette ama kabristanı ziyaret etmenin yukarıda da ifade ettiğim gibi kazanımları pek çoktur.

    Kabristanda Yasin-i Şerifi okurken aklımdan geçen şunlar oldu: Ey insan, şu toprağın altına inince ne kadar da sessizleşiveriyorsun. Üstündeyken olmadık kavgaları veriyordun, ne oldu da şimdi susuverdin birden? Bak, burada hiç kavga edeni, yerini beğenmeyeni görmedim. Hiç kavga etmiyorlar diye anlatacağım burada yatanları. Dünyadayken, hayattayken bu kadar kavga etmeye, zulümler yapmaya, kul hakkı yemeye değer miydi? Bak bugün hiç kavga etmiyorsunuz, sessiz sessiz yan yana yatıyorsunuz. Belli ki işiniz başınızdan aşkın, belli ki birbirinizle dalaşmaya vakit yok. Yahut var da biz o âlemin cahili olduğumuz için duyamıyoruz onları… Çünkü cahili olduğumuz her şey bize kendini açmaz!

    Yunus’ça tefekkür

    Koca Yunus da tefekkür için kabristana düşürür yolunu. Bize kapalı, ona açık olan âlemden seyrettiklerini söyler bir bir: “Teferrüc eyleyü vardum sabâhın sinleri gördüm/ Karışmış kara toprağa şu nâzük tenleri gördüm// Çürümüş toprak içre ten sin içinde yatur pinhân/ Boşanmış damar akmış kan batmış kefenleri gördüm// Yıkılmış sinleri dolmuş hep evleri harâb olmuş/ Kamu endîşeden kalmış ne düşvâr hâlleri gördüm” diyerek gencecik nazik bedenlerin toprağa karıştıklarını damarlarındaki kanların kefenlerine battığını, evleri mesabesindeki kabirlerinin yerlerinin toprağın karışmasıyla belirsiz hâle geldiğini, her türlü endişeden sıyrılmış sadece zor hâllerine odaklanmış olduklarını gördüğünü betimler.

    Şiirin devamında kabir hâllerine, dünyanın faniliğine dair başka başka betimlemeleri söz konusudur. Ancak şu dizelerde anlatılanları da iyi bellemek lazım: “Kimi boyun burup yatmış tenini toprağa katmış/ Anasına küsüp gitmiş boyun buranları gördüm// Kimi zâri kılup ağlar zebânîler cânın dağlar/ Tutuşmuş sinleri oda çıkan tütünleri gördüm// Yûnus imdi bunu gördü anı bize haber verdi/ Aklım şaştı ögüm dirdi nitekim bunları gördüm”

    Aynı temayı ele aldığı bir başka şiirinde Yunus, insanların hayattaki hâlleri ile kabirdeki hâlleri arasında bir karşılaştırma yapar: “Hani mülke benim diyen köşk ü sarây beğenmeyen/ Şimdi bir evde yatarlar taşlar olmuş üstünleri/…Bunlar bir vakt begler idi kapıcılar korlar idi/ Gel şimdi gör bilmeyesin beg hangidir ya kulları” Evet, karanlıklar ortasında, dünyevi her türlü imkândan uzak, sadece amelleri ile baş başa! Zaten kişinin ameline göre kabrin "ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukur" olduğu buyrulmamış mıydı?

    Öyleyse ne yapmak lazım

    Burada durmayacağımıza, dünyaya kazık çakamayacağımıza göre gideceğimiz menzile ve oranın şartlarına uygun bir hazırlık sürecine girmek ve öyle davranmak lazım. Bunun için öncelikle bizi ahsen-i takvim üzere yaratan Allah’a karşı, sonra kendimize ve bütün insanlara karşı vazifelerimizi bihakkın yerine getirmenin yollarını araştırmak ve onun gereğini yapmak lazım. Kendimize ait haklarımızı başkasına yedirtmemek ve başkasının hakkına tecavüz etmemek, onları gasp etmemek, yememek; yapılması gereken en önemli işlerden. Ne hak ye ne hakkını yedir! Herkesin hakkı kendine olsun da hayat hep güzelleşiversin!

    Hak yeme, mülkiyet ihlal etme konusunda sadece kendimize ait bir hususta değil, hiç kimsenin hakkının yenmesine razı olmamalı. Yoksa günümüzde pek çok insan davranışı olarak şahit olduğumuz gibi insanlara edilen zulümler, haklarının yenilmesi karşısında ölülerin sessizliğine gömülmemeli. Zaten “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytan” olarak ifade edilmemiş miydi?

    Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "İçinizden biri bir kötülük görürse onu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle (ona karşı kin ve nefret beslesin). Bu ise imanın asgarî gereğidir."[Müslim, Îmân, 78]

    Hz. Ali (radıyallahu anh) de “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.” diyerek haksızlık, adaletsizlik ve zulüm karşısında olmamanın ne gibi handikaplara yol açabileceğine dikkatleri çeker. İnsanın ölülerin sessizliğine bürünmemesi gerektiğini dile getirir.

    Bediuzzaman Said Nursi “Ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslamiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz.” diyerek iyilik ve güzelliklere engel olmak isteyenlere, engel olanlara, ebedi hayatımıza lazım olacaklara karşı lakayt kalanlara seslenerek bu lakaytlıktan vazgeçmelerini tavsiye ediyor.

    Madem Allah’a ve Rasülü’ne inanıyoruz ve o peygamberin ümmeti olduğumuzu ifade ediyoruz. O hâlde Allah ve Rasulü’nün emir ve tavsiyeleri doğrultusunda hayatımızı şekillendirmeliyiz. Vesselam!..

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.