Her zamanın kendine göre bir ruhu ve değeri vardır. İnsan, zamanın ruhunu ve değerini okuyabildiği, bakış, birikim ve kendi değerlendirme kriterleriyle onu anlayabildiği ölçüde zamandan ve değerlerinden istifade eder; onun ruhunu ve değerini iyi anlar.
Mart ayı gelince içim içime sığmaz olur; bir hamaset kabarması oluşur bende. Geçmişte yaşanan olayların hep bu ayda cereyan etmiş olması mıdır buna sebep, doğrusu pek emin değilim. Ama emin olduğum bir mesele var. O da millet olarak dünya sahnesinde yeniden var oluşumuzu doğrudan doğruya etkileyen iki önemli olayın bu ayda cereyan etmiş olmasıdır. Bu iki meseleden birincisi 12 Mart 1921 tarihinde İstiklâl Marşı’nın “millî marş” olarak kabul edilmesi, diğeri ise 18 Mart 1915 yılında gerçek bir kahramanlık abidesi olarak milletçe kazandığımız Çanakkale Zaferi’nin elde edilmesidir. Ayın günleri itibariyle birini diğerinden önce andım. Yoksa yaşanmışlık açısından ikincisi birincisinden önce gelir. Allah bilir amma Çanakkale Zaferi’ni kazanmamış olsaydık belki İstiklâl Marşı’mızın kabulü mümkün olmayacaktı. Bu, bazılarını garip gelebilir. Açıklayayım; Çanakkale Savaşları, bir bakıma, bugün sınırları içerisinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti devletinin “ön söz”üdür. Bu “ön söz”ü iyi okumak ve değerlendirmek gerekir.
İtibarî zaman olarak aralarında sadece bir haftaya yakın yani altı günlük bir zaman dilimi olan iki millî ve tarihî olayın birbiriyle alakası oldukça büyük ve bu sütunun imkânlarına sığmayacak genişlikte bir hacme sahip İstiklâl Marşı’nın “millî marş” olarak kabul edilmesi ve Çanakkale Zaferi.
Çanakkale Savaşları, düşman devletlerince, canı boğazına gelmiş bir devletin son hareketleri gibi algılansa da esasen çok yoğun çatışmaların ve çarpışmaların yaşandığı ve milletimizin yeniden var olma mücadelesinin verildiği bir zemin olmuştur. 18 Mart, bir deniz savaşı zaferidir.
Düşman birlikleri, deniz üzerinden Çanakkale Boğazı’nı geçemeyeceğini anlayınca bu sefer Gelibolu tarafından karaya çıkarma yapıp oradan aşarak boğazı geçmeyi hedeflemiş, burada çok kanlı çarpışmalar yaşanmış, bir alayımız bütünüyle şehit düşmüştür. Bu kahraman askerlerden oluşan 57. Alay’dır; bugün bizler vatanımızda huzur ve güven içerisinde yaşıyorsak bütün kahraman şehitlerimiz ve gazilerimize olduğu gibi o kahramanlara, o dev kametlere büyük bir vefa borcumuz vardır. O borç, herkesin kendi konumu çerçevesinde ülkemizi ve milletimizi milletler ve devletler çapında daha ileriye götürecek çalışmaların ve projelerin içerisinde olmalıyız. Bu çalışma ve projeleri yaparken, onları gerçekleştirirken geçmişimizi, geçmişte yaşadıklarımızı, bu vatan ve millet için canlarını feda eden şehitlerimizi asla ve kat’a hatırdan çıkarmamamız gerekmektedir.
21. yüzyılın getirdiği bazı imkânların bugünün gençliğine imkânsızlık olarak dönmesi ne acıdır. Gelişen teknolojinin ve artan iletişim imkânlarının bu kadar zirve yaptığı bir dönemde, ne yazık ki, millî ve ahlâkî değerlerimizin insanımız üzerinde başta gençlerimiz olmak üzere git gide zayıfladığını görüyoruz. Okumadan, düşünmeden sloganik hayatlar içerisindeyiz. Hayatımızı fikirler değil, üzülerek belirtmem gerekir ki, sloganlar yönlendiriyor. Hamaset almış başını gidiyor. Halbuki birbirine iki güvenli yoldaş olması gereken akıl ve kalp birbiriyle kanlı bıçaklı. Akıl olmazsa kalbin coşkusu bizi hatalardan hatalara sürükleyebilir; önü alınmaz, telâfisi imkânsız bir uçuruma doğru yuvarlayabilir bizi. Kalbin coşku ve fedakârlığı olmazsa akıl kuru bir düşünceler bütünü olarak hayatı çekicilikten uzaklaştırır ve hayatımızdan hiç haz almaz duruma getirir bizi. Yapılması gereken, kalp ve kafanın birlikte hareket etmesidir. Akıl ve fikir bir tuğla ve bir yapı taşı ise kalp onun harcıdır, çimentosudur. Harç olmadan yapılan binaların sağlamlığı su götürür. Sadece harçla bina ikame edildiği de hiçbir zaman görülmüş değildir.
Dinî, millî ve ahlâkî değerlerimizin çocuklarımızdan gençlerimize, olgunlarımızdan ihtiyarlarımıza kadar topyekûn olarak milletin her bir ferdinde yaşamasını, yaşatılmasını istiyorsak; okumalıyız, okumalıyız, okumalıyız!... Okuma için imkânlar da artmıştır; kitaplar, dergiler, gazeteler; belediyelerin ve Kültür Bakanlığının kurduğu kütüphaneler, internet… Bir kere okumak isteye görsün insan, neleri bulmaz ki yanı başında…
Bugün, birçok kimsenin elinde akıllı telefonlar var. Akıllı telefon kullananların telefon hatlarının tarifeli internet kullanım kotaları da var. Okumak isteyen için bugün internet dünyasında öylesine güzel bilgiler var ki!.. Bari buna üşenmeyelim, bunda üşengeçlik yapmayalım: okuyalım, okuyalım, okuyalım. Okumadan fikir sahibi olursak, geleceğimiz, vatanımız, ülkemiz tehlike ve tehdit altındadır; bunu görelim. Sadece ve sadece geçmişimizle övünerek bir yere varamayız. Haydi biz bir süre idare ettik bu tarz bir hayatla. Ya çocuklarımız, gelecek nesillerimiz? Onlar ne ile kendileri olarak, bu aziz milletin bir ferdi olarak nasıl yaşayacak? Onların evvelki nesilleri bizleriz, bizler ortaya kayda değer bir şey koymazsak onlar ne yapacak? İşte bizim sorumluluğumuz burada!..
Zamanın ruhunu ve değerini iyi okuyup anlayabilmenin yolu okumaktan, doğru anlamaktan geçiyor. Unutmayalım, kitaplarla bir şekilde yolu kesişmeyen bir milletin geleceği karanlıktır.
Sözü, İstiklâl Marşı gibi dev bir söz anıtının mimarı Üstat Mehmet Akif Ersoy’un, vefatına yakın bir zaman kendisini ziyaret eden gazetecilere söylediği o söz ve dua ile bitirelim: “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” Bu duaya içimizden gele gele, âmin diyorum, milyar kere âmin!
Çanakkale Şehitlerimiz olmak üzere şehitlerimizin ruhu şad olsun, hayatta olan gazilerimize Rabbim sağlık ve afiyetler versin.